19 Mayıs 2017 Cuma

Eduardo Galeano - AŞKIN ve SAVAŞIN GÜNDÜZ ve GECELERİ



‘’ Şehirler gerçekten var mı?
   Yoksa bunlar insanların ağızlarından çıkardıkları buhar mı?

Öldüğüm zaman hangi sokakların altında yatmak isterdim? Kimlerin adımlarının altında? İnsan hangi adımları sonsuza kadar dinlemek ister?
Montevideo, sevdiğim, nefret ettiğim ve onca şey alıp verdiğim insanların toplamından başka nedir ki? Benim öfkelerim ve hüzünlerim o erkeklerden ve kadınlardan kaynaklanıyor. Onlar benim ulusal tarihim.
Buenos Aires’teki odam için Emilio bana bir duvar resmi yapmayı teklif edince ondan canlı renklerle bir liman yapmasını istedim. Bir Montevideo limanı, ama varmak için, yola çıkmak için değil; merhaba demek için, elveda demek için değil.
Onu benim için yaptı ve resim duvarda kaldı. ‘’

Latin Amerika’nın vicdanı,  aydın namusunu sonuna kadar koruyan gazeteci, yazar Eduardo Galeano, kendi kişisel tarihini, ülkesi Uruguay’ın, uzun yıllar yaşadığı Arjantin’in ve bütün bir Latin Amerika’nın tarihini anlatıyor. Latin Amerika’nın acılarını, hüzünlerini okurlarla buluşturuyor. Galeano’nun satırlarında idealist aydınların mücadeleleri de var, aşkın heyecanları da, çocukluğun puslu anıları da. Anahtar deliğinden görünen evrene baktığımız sayfalarda bir imbikten süzülür gibi gelen bilgelikle, tecrübeyle kuşatılıyoruz. Galeano’nun Latin Amerika’nın puslu zamanlarında kaybolan, işkence gören, öldürülen arkadaşlarını anarken ki acısına, isyanına ortak oluyoruz. En çok etkilendiğim bölümlerden birisi ise küçük kızı eve geldiğinde onunla yaşadıkları. Kızının üzgün olduğunu fark edip nesi olduğunu soruyor. Kızı en sevdiği arkadaşının ona seni artık sevmiyorum dediğini anlatıyor ve ağlamaya başlıyor. Galeano kızına sarılarak onunla beraber ağlıyor.


Hafızamız bizim kişisel tarihimiz. Galeano’nun hafızasının labirentlerinde gezinirken belki de okuduğum onca kitap içinde en çok Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Gecelerinde yazarın benimle konuştuğunu hissettim.  Şöyle diyordu: ‘’Nesneler bana bir süre eşlik ettikten sonra çekip gidiyorlar. Gece sahip olduğum şeyleri gündüz kaybediyorum. Ben nesnelerin tutsağı değilim; onlar hiç bir şeye karar vermiyorlar. Gözlerimi kapıyorum ve denizin ortasındayım.’’

A. KOŞBAY

Italo Calvıno - GÖRÜNMEZ KENTLER




‘’Piposunun amber sapına sıkı sıkıya yapışmış dudakları, ametist yakalığına dayanmış sakalı, ipek terliklerinin içinde sinirle kasılmış başparmaklarıyla Kubilay Han tepki vermeksizin dinliyordu Marco Polo’nun anlattıklarını. Yüreğine ağır bir hüzün bulutunun indiği gecelerden biriydi.
‘’ Senin kentlerinin hiçbiri yok. Belki de hiç olmadılar. Artık olmayacakları da kesin. Neden eğleniyorsun bu avutucu masallarla? İmparatorluğumun bataklıktaki bir ceset gibi çürüdüğünü ve bataklığın, gagasıyla onu didikleyen kargalara, kirli sularıyla beslenen sazlara hastalığını bulaştırdığını zaten biliyorum ben. Neden bunlardan söz etmiyorsun bana? Neden yalan söylüyorsun Tatarların imparatoruna, yabancı?’’
Polo, Hükümdar böyle keyifsiz olduğunda ne yapması gerektiğini biliyordu. ‘’ Evet, imparatorluk hasta ve işin kötüsü, yaralarına alışmaya çalışıyor. Benim yolculuklarımın amacı şu: zar zor da olsa hala seçilebilecek mutluluk izlerini tarayarak, mutluluğun kıtlığını saptıyorum. Etrafında ne kadar karanlık var bunu bilmek istiyorsan, gözlerini kısıp uzak, zayıf ışıklara bakmalısın’’

Italo Calvino, en büyük gerçeğin masallarda olduğunu söylemiş. Masalsı bir gerçekçilikle örülü kitapları da bu düşüncesinin ürünleri. Görünmez Kentler, Italo Calvino’nun belki de yazarlık dehasının doruk noktası bir anlatı. Herhangi bir kategoriye girmiyor. Roman diyemiyoruz, hikâye diyemiyoruz, tam olarak masal da değil. Kubilay Han ve Marco Polo arasındaki diyaloglarla örülü bölümler ve Marco Polo’nun Kubilay Han’a anlattığı şehirler ile ilgili bölümler var. Klasik bir bölümleme beklemeyin. Örneğin kitabın I. Bölümündeki alt başlıklar; Kentler ve Anı 1, Kentler ve Anı 2, Kentler ve Arzu 1, Kentler ve Anı 3, Kentler ve Arzu 2, Kentler ve Göstergeler 1, Kentler ve Anı 4, Kentler ve Arzu 3,Kentler ve Göstergeler 2, İnce Kentler 1. Diğer bölümler de bu karışık sıralamayla devam ediyor. Bu o kadar da önemli değil açıkçası. Önemli olan her bir anlatının içindeki o yoğun anlam, duygu, simgeler, gerçekte var olmayan ama bir yandan da gerçekte var olan kentlerin hikâyeleri… Bu anlatılarda karşımıza çıkan kentler sanki okurun yaşadığı kenti anlatıyor gibi. Her bir okurun yaşadığı kent değişse de. Sanki bir tek kentin sokaklarında dolaşıyor gibiyiz. Zaman geçtikçe kentin görünümü de insanları da, kaderi de, adı da değişiyor. Kitabın ortalarına doğru Kubilay Han, Marco Polo’ya bana hiç Venedik’i-Marco Polo Venediklidir- anlatmadın diye sitem edince gezginin verdiği yanıt; ben hep Venedik’i anlattım. Her kenti anlatırken içinde Venedik de vardı, oluyor. Hatta bir bölümde hükümdar-Kubilay Han- ve gezgin-Marco Polo- aralarındaki sohbetin de gerçek olmadığı izlenimini veriyorlar bize. Ben belki de şu anda sarayımın bahçesinde seninle konuşmuyorum, belki de seferdeyimdir şu an diyor Kubilay Han. Marco Polo da ben de belki şu an bir şehri geziyorum diyor. Zaman ve mekân birbirine karmaşık ipliklerle bağlanmış gibi. Bu bağları çözmek neredeyse imkânsız.
Bu hayali ve aynı zamanda gerçek şehirlerde-Diomira, Dorotea, Tamara, İsaura, Eufemia, Valdrada, Aglaura, Melania, Eudossia, Leonia, Olinda ve diğerleri…  - gezerken yazarın bütün edebiyat ve hayat tecrübesine dayanarak damıttığı fikirleri de süzülüyor satır aralarından. Şehirler anıları, arzuları, göstergeleri, görmeyi, ölümü, yaşamı anlatan metaforlara dönüşüyor.
Italo Calvino’nun gezgin Marco Polo’ya bir kentin anlatısında söylettiği söz hayatın bir özeti sanki: ‘’ Yalan sözlerde değil şeylerdedir.’’


 A. KOŞBAY

NAZIM HİKMET BÜTÜN ŞİİRLERİ



‘’Dörtnala gelip uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benziyen toprak
Bu cehennem bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
Yok edin insanın insana kulluğunu,
Bu davet bizim…
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim…
Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar;
Korkak, cesur, cahil, hakim ve çocukturlar
Ve kahreden yaratan ki onlardır,
Kitabımızda yalnız onların maceraları vardır.’’
 

Kurtuluş Savaşının destanını yazan, Güneşe akın yapan, yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine diyen, Dünyanın en tuhaf mahlûkunun-insan- anlatıcısı, yaşamak sevdalısı, memleket sevdalısı şair Nazım Hikmet. Ömrü hapislerde daha sonra da gurbette, vatanına hasret geçen ama mücadeleden vazgeçmeyen, insandan umudunu hiç kesmeyen, gürül gürül akan bir şiiri bizlere armağan eden şair Nazım Hikmet.
YKY’nin şairin derlenebilen bütün şiirlerini kapsayan bu toplu basımı, Nazım Hikmet’in ilk gençlik yıllarındaki şiirlerinden, şairliğinin olgunluğuna eriştiği dönemdeki şiirlerine kadar uzanıyor. Nazım Hikmet’i okurken size önerim zaman zaman yüksek sesle okumanızdır. Tamamını olmasa bile özellikle Kurtuluş Savaşı Destanından bölümleri özellikle. Farklı, güçlü bir etki bırakıyor üzerinizde. İnternet üzerinden ulaşabilirseniz Nazım Hikmet’in kendi sesinden şiirlerini seslendirdiği kayıtları dinlemenizi de öneririm. Yine Nazım Hikmet okumalarından beni etkileyen üç tane okuma: Cüneyt Türel’in Kurtuluş Savaşı Destanından okuduğu bölümler, Genco Erkal’ın Dünyanın En Tuhaf Mahlûku şiirini okuması ve Rüştü Asyalı’nın Yaşamaya Dair şiirini okuması.

Nazım Hikmet’in şiirleri coşkun bir sele kolay kolay set çekilemeyeceğini hatırlatıyor bize. Yaşamayı sevmeyi, insanı sevmeyi, insana umutla bakmayı-Nazım Hikmet’in deyimiyle her ne kadar insan hala şarap vermek için üzüm gibi sıkılıyorsa da-unutmamak için okumalı Nazım Hikmet’i.   

A. KOŞBAY

Richard Dawkins - GEN BENCİLDİR




’ Bir gezegendeki akıllı yaşam biçimi, gün gelir kendi varlığının sebebini ilk defa çözeceği bir çağa ulaşır. Eğer uzaydan dünyaya üstün yaratıklar gelirse, uygarlığımızın seviyesini ölçmek için soracakları ilk soru ‘’Evrimi keşfedebilmişler mi?’’ olacaktır. Üç milyar yıldan daha uzun bir süre boyunca canlı organizmalar, niye olduğunu bilmeden dünyada var oldular ve sonunda gerçek içlerinden birine doğdu. Bu birinin ismi Charles Darwin’di.’’
‘’Biz hayatta kalma makineleriyiz, ancak ‘’ biz sözcüğü sadece insanlar anlamında değil. Tüm hayvanları, bitkileri, bakteri ve virüsleri kucaklıyor.’’
‘’İnsanın sıra dışı olan yönlerinin çoğu tek bir sözcükte özetlenebilir: ‘’ kültür’’. Bu kelimeyi kibirli olan anlamında değil, bir bilim insanının kullandığı anlamda kullanıyorum. Kültür iletimi, genetik iletime şu açıdan benzeşir: temelde tutucu olmasına karşın bir evrim şekline yol açabilir.’’

Birisi size bencil biri olduğunuzu söylese tepkiniz ne olurdu? Böyle bir sözü hoş karşılayacak kişi sayısının pek fazla olacağını zannetmiyorum. Richard Dawkins ise Gen Bencildir kitabında apaçık bunu söylüyor. Gen bencildir. Biyolojik varlığımızın temeli DNA, DNA’nın da temeli genler olduğuna göre. Elbette kitap hakkında spekülatif bir başlangıç yaptığımın farkındayım. Bunu bilinçli yaptım tabi ki. Richard Dawkins bu tür yorumlara kitabını yayımladığından bu yana hep muhatap olmuş. Hatta karşı tez olarak İşbirlikçi Gen gibi kitaplar da yazılmış.  O kadar yoğun eleştiriler yapılmış ki Richard Dawkins kitabının sonraki baskılarında bu eleştirilere de yanıt vermek durumunda kalmış. Bu yanıtlar da kitabın son bölümünde notlar olarak yer alıyor ve hayli geniş yer tutuyor. Halbuki Dawkins ‘in yapmak istediği hayata genin gözünden bakmamızı sağlamak.
Kitabın en önemli etkilerinden biri de bilim ve kültür dünyasına kazandırdığı MEM kavramı. MEM, artık biyolojiyle, genetik ile ilgili bir kavram olmanın da ötesinde. Kültürel MEM den söz ediliyor artık.
Kitabın bölümleri: Neden İnsanlar Var?, Eşleyiciler, Ölümsüz Sarmallar, Gen Makinası, Saldırganlık: Kararlılık ve Bencil Makine, Gencillik, Aile Planlaması, Nesillerin Savaşı, Cinsiyetlerin Savaşı, Sen Benim Sırtımı Kaşı; Bende Seninkini, MEM’ler: Yeni Eşleyiciler, Kibar Çocuklar Birinci Olur, Genin Uzun Menzili.  Kitap genlerin uzun tarihinin bir özeti.
Richard Dawkins ’in Gen Bencildir ’de bir bilim kitabı olmasına rağmen çok akıcı, rahat, anlaşılır bir anlatım kullandığını, Dawkins ‘in yazdığı bilim kitaplarıyla edebiyat ödülü sahibi olduğunu da belirtmeliyim.

Kitabı okuduktan sonra biri size bencil olduğunuzu söylediğinde artık siz de rahatlıkta evet hepimiz benciliz diyebilir ve kaynak olarak da Gen Bencildir kitabını gösterebilirsiniz.

A. KOŞBAY

Marcel Proust - KAYIP ZAMANIN İZİNDE




‘’ İşte bu şekilde kim bilir kaç kere Combray günlerini düşünerek sabahladım; o uykusuz hüzünlü gecelerimi, hatırası daha yakın bir tarihte, bir fincan çayın tadıyla-Combray deyişiyle’’ rayiha’’sıyla- canlanmış olan gündüzleri ve bir de, hatıraların birbirini çağrıştırmasıyla Swann’ın ben doğmadan yaşamış olduğu bir aşka ilişkin, küçük kasabamızdan ayrıldıktan yıllar sonra öğrendiklerimi düşündüm.’’

Edebiyatın seyrini değiştiren, edebiyata yeni ufuklar açan kitaplar vardır. Kendinden önce gelen dev eserlere selam duran, o dev eserlerden ilham alan ama içerdiği yeniliklerle de kendisi de devleşen kitaplar. Kayıp Zamanın İzinde de bu kitaplardan.
Edebiyatta zaman kavramı, Marcel Proust ’tan önce daha sade bir biçimde ele alınıyordu. Dakikalar, saatler, günler, aylar, yıllar baş döndürücü bir hızla birbirini kovalıyordu. Zaman kaybolup gidiyordu. Elimizden kayıp giden, yakalayamadığımız bir kum tanesi gibi. Anlık duygular, ani duygu değişimleri pek önemsenmiyordu. Her şey geniş bir zaman dilimi içinde olup bitiyordu. Marcel Proust bunu değiştirdi. Her bir duyguyu tek tek işledi bir dantela gibi. Acelesi yoktu. Ardı ardına akışı durdurulamayacak bir ırmak gibi akıyordu romanlar Kayıp Zamanın İzinde üst başlığıyla. Yedi kitap peş peşe dizildi. Kayıp Zamanın izini sürdü Marcel Proust; Swann’ların Tarafı, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, Guermantes Tarafı, Sodom ve Gomorra, Mahpus, Albertine Kayıp ve Yakalanan Zaman’da. Kendi hayatından büyük ölçüde kesitler taşıyan bu roman dizisinde, narin, hastalıklı ve oldukça duyarlı bir çocuğun ilmek ilmek işlenen büyüme sürecine tanıklık ediyoruz. Kahramanın-aslında Marcel Proust ’un ta kendisi- ailesiyle ilişkileri, ilk aşkı, sosyeteye girişi, ruhunun ve zihninin geçirdiği değişim ve dönüşümler, farklı eğilimleri nedeniyle zihnini altüst eden sevgilisi Albertine ile olan fırtınalı ilişkisi ve soylu sınıf ile burjuva sınıfına dair keskin gözlemler. Yedi kitap boyunca bir yavaşlayan bir hızlanan zaman, kahramana bazen çok güçlü duygularla dolu olduğu bir türlü geçmek bilmediği anlarda şiddetli azaplar verirken bazen de hiç akıp gitmemesini istediği anlarda hızla geçiyor, anıların solgun ritminde kaybolup gidiyordu. Bir çocuğun yetişkin bir adama dönüşünü izlediğimiz yedi kitap boyunca hayatın ilk on beş yirmi yılına ne kadar çok şey-acılar, sevinçler, kırılan gururlar, hayal kırıklıkları- sığabildiğini biraz da hayretle fark ediyoruz. Kendi hayatlarımızı bu kadar derin göremediğimiz, ıskaladığımız için şaşıyoruz bunca yoğun duyguya bize hiç yabancı olmasalar da. Son kitap olan Yakalanan Zamanın son birkaç sayfasında ise Marcel Proust büyük bir zaman sıçraması yaparak büyük bir sevgiyle anlattığı o narin çocuğu, duygulu yeni yetmeyi orta yaşlı yorgun bir adama dönüştürüyor.

Kitap bittiğinde sanki nokta konmamış, daha anlatılacak, bir yedi kitap daha sürecek hissine kapıldım. YKY den çıkan bu bütün yedi kitaplık dizinin kitaplarının birleştirildiği iki ciltlik toplu basımla bir ayda üç bin küsur sayfayı okumak da pek yeterli gelmemişti bana. Devamı olsa da okusam diyordum. Bu hissim epey bir süre devam etti. Bu yedi kitabı uzun süre ara vermeden peş peşe okuyabilirsiniz ya da ara verip farklı okumalardan sonra tekrar dönebilirsiniz. Tercih sizin. Arka arkaya kesintisiz de okusanız, bir rehber gibi belirli zamanlarda parça parça da okusanız kayıp giden zamanın peşindeki bitip tükenmeyen yolculuktan vazgeçemeyeceksiniz.

A. KOŞBAY

Prof. Dr. Ahmet Taşağıl - KÖK TENGRİ’NİN ÇOCUKLARI




‘’ Türkler… Esir düştüler, savaştılar, barıştılar…
Uzak Asya’dan Akdeniz’e kadar uçsuz bucaksız bir coğrafyaya yayıldılar. Devletler kurdular, devletler yıktılar. Çin’ e aman vermediler. Birçok farklı isimle anıldılar, farklı dinlere inandılar. Çok büyük bir medeniyet yarattılar. Başka medeniyetlerin yükselmesine katkıda bulundular. Hepsi de masmavi Gökyüzünün( Gök-Tanrı’nın) altında buluştular.
Türkler kimdir? Nereden gelirler? Hangi dinlere inanırlar? Tarihleri ne zaman başlar? Nasıl teşkilatlandılar? Ve en önemlisi nasıl bu kadar başarılı oldular? ‘’

İslamiyet öncesi Türk Tarihi çok az bir yere sahip tarih derslerinde. Sadece müfredatta değil bilimsel tarih yazınında da. Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin ele alındığı kaynakların yanında bu alandaki Türk Tarihi kaynakları koca bir çölde bir kum tanesi gibi. Oysa hikâyemiz Orta Asya’da başlıyor.
Kök Tengri’nin Çocukları, çok büyük bir boşluğu dolduruyor. İslamiyet Öncesi Türk Tarihini derli toplu okumak için bir fırsat sunuyor bizlere. Hunlar, I. Göktürk Devleti, II. Göktürk Devleti, Uygurlar, Akhunlar, Hazarlar, Avrupa Hunları, Avarlar ve diğerleri… Savaşlar, barışlar, kurulan ittifaklar, bozulan ittifaklar, yıkılan devletler, yerlerine kurulan devletler ve bozkırda yükselen bir medeniyet.
Hun Hükümdarı Mete’nin(Bahadır’ın) kurduğu onluk sisteme dayalı ordu düzeninden, Orhun Yazıtlarında Göktürklerin, ilk devletlerinin yıkılmaları ile ilgili gelecek kuşaklara ders niteliğindeki tespitlerine, Hazar Kağanlığının Kafkasya’daki öneminden ve zamanının süper gücü olma sürecinden, Avrupa Tarihini kökünden değiştiren, Kavimler Göçüne neden olan Avrupa Hunlarına ve Avrupa Hunlarının karizmatik lideri Atilla’ya, İstanbul’u kuşatmış olan ilk Türk Devleti olan Avarlardan, zamanla Türk kimliğini kaybederek slavlaşmış Bulgarlara kadar Türk tarihinin pek çoğumuz için karanlık kalmış ya da eksik, yanlış bilgilerle öğrendiğimiz dönemlerini keşfediyoruz.
Kitabın yazarı Prof. Dr. Ahmet Taşağıl’ın Çince bildiğini ve Türk Tarihinin bu dönemlerini aydınlatırken eski Çin kaynaklarından da büyük ölçüde yararlandığını da belirtmeden geçmek olmaz. Tarihe özel bir ilginiz varsa Kök Tengri’nin Çocukları’nı tamamlayıcı nitelikte olan aynı yazarın Eski Çin Kaynaklarına Göre Türk Boyları kitabını da öneririm. Bu kitapta ise devlet kuramamış Türk Boylarının tarihi ile ilgili bilgilere ulaşmak mümkün.

Niçin tarih okumalıyız? Tarih felsefesi bu sorunun yanıtını tereddütsüz veriyor: Dünü bilmeyen, bugünü anlayamaz ve yarını da güvenle kuramaz.

A. KOŞBAY

Homeros - ODYSSEİA




‘’ Çok akıllı Odysseus ona karşılık verdi, dedi ki:
Gerçekten çok akıllı görünürsün sen bana Amphinomos,
Dulikhionlu Nisos’un oğlu olduğun nasıl da belli.
Ününü, varlıklı bir adam olduğunu duymuştum onun.
Madem aklın başında, madem ondan doğdun,
Şu diyeceklerimi iyice kafana koy.
Yeryüzünde yürüyen ve soluyan yaratıklar arasında
İnsandan daha güçsüz bir yaratık beslemez toprak ana.
Tanrılar ona sağlığını ve mutluluğunu bağışlar,
O da, artık benim başıma hiçbir dert gelmez, der,
Ama mutlu tanrılar ona acılardan pay verince de,
Dayanamaz, nedir der, bu benim başıma gelen’’

On yıl süren Troya savaşından sonra yurduna dönmek üzere yola çıkan Kral Odysseus’un dönüş yolculuğu tıpkı Troya Savaşı gibi bir destana dönüşür. Yanındaki bütün adamlarını kaybeden, türlü esaretlere, türlü belalara göğüs geren Odysseus ’a mücadele gücü verense yurduna ve geride bıraktığı ailesine duyduğu sevgisi, bağlılığıdır. Acaba geride bıraktıkları da ona duydukları sevgiyi, bağlılığı koruyabilmişler midir?
Homeros destanlaştırdığı bu eve dönüş hikâyesiyle yüzyıllar boyunca okunacak olan bir anlatıyı insanlığın kültür mirasına hediye etmiş oldu ve kendisinden sonra gelecek pek çok sanatçıya da ilham verdi.  Elbette modern çağlardaki hikâyelerde bu destanda olduğu gibi tanrılar, tanrıçalar, büyücüler, devler, türlü mitolojik varlıklar yok. Ama bu doğaüstü varlıkların hayattaki engellerin bir simgesi olduğu da bir gerçek. Modern eve dönüş anlatılarının üslubu farklı da olsa evrensel tema hiç değişmedi. Zaman herkesi, her şeyi dönüştürür. Ne evine dönen aynı insandır ne de geride bıraktıkları.
Çeviriyle ilgili de birkaç şey söylemeliyim. Azra Erhat ve A. Kadir’in İlyada ve Odysseia çevirileri Türk Çevirisinin de gerçekten başyapıtlarından. Çeviriyle ilgili şaşmaz bir gerçeği de ortaya koyuyorlar. Çevirmenin sadece köprü kurduğu iki dili bilmesi yetmez. O iki dille de hissetmeli, yaşamalı.
İlyada’da çok kurnaz, çok akıllı gibi sıfatlarla birlikte anılan Odysseus’un yerinde başkası olsa bunca felaketten sonra bir köşeye çekilir, yurduna dönüş umudunu yitirirdi. Belki de edebiyat tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir azmin, çelik gibi bir iradenin yegâne temsilcisi Odysseus. Okudukça şöyle düşünüyorsunuz:’’ Hayatta ne olursa olsun yılma, mücadele et! Düştün mü tekrar kalk ayağa! ‘’

A. KOŞBAY