22 Mayıs 2018 Salı



Çok uzun zaman oldu yazmayalı, araya aylar girdi, biz ayrıldık Aslı, Esra ve ben. İş yerlerimiz ayrıldı yaşadığımız şehirler ayrıldı... Kötü şeylerden ziyade iyi şeyler de oldu aslında. Esra artık bir anne örneğin. Çok güzel bir kız annesi oldu. Ben artık bankada çalışmıyorum mesela. Aslı... Aslı ile bir yıldır hiç konuşmadık. İnsan sevdiklerini bazen şartları gereği ne kadar kolay kaybedebiliyor. Ne kadar kolay mesafelerin insanları uzaklaştırması aslında. Aylar sonra yeniden depreşti bir şeyler yazma içgüdüsü yeniden nüksetti. Ama bu sefer okuduğum güzel bir şiiri buraya not etmek istedim. Kim bilir belki tekrar bir araya getirir bizi zaman...

"Ayrılık ne biliyor musun?
Ne araya yolların girmesi,
ne kapanan kapılar,
ne yıldız kayması gecede,
ne ceplerde tren tarifesi,
ne de turna katarı gökte.
İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!
İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini,
birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine.
Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken,
duvarlara dalıp dalıp gitmesi.
Türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık.
Saçına rüzgar, sesine ışık düşürememek kimsenin.
Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun.
Güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya.
İki adımdan biri insanın, sevincin kundakçısı,
hüznün arması ayrılık.
O küçük ölüm!
Usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan."
..................................Şükrü Erbaş



2 Haziran 2017 Cuma

Haluk Yavuzer - ANNE OLMAK



Uzun süredir içinde bulundugum süreç nedeniyle (azıcık hamıleyım de -4,5 aylık-) kitaplardan bir hayli uzak kaldım. =)) Aslı’nın  tavsıyesı üzerine (henüz kendısı okumamıs olsa da =P ) tam da bulunduğum süreçle ilgili beni aydınlatıcı, yol gösterici, rehberlik sağlayan ve tekrar kitap okuma zevkini tattıran “Anne Olmak” adlı kitapla sahalara tekrar geri döndüm. =))

Bakmayın kitabın adına sadece anneler değil, babalar da okumalı, keza kıtap da zaten bir baba tarafından yazılmış. =) Hatta yalnızca anne ve babalar degıl, anne adayı, baba adayı, anneanne, babaanne, dede, dayı, teyze, amca, hala…vb. herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum.

Kitap, Cocuk ve Gençlik Psıkolojısını uzmanlık alanı olarak seçmiş Prof. Dr. Haluk Yavuzer ‘ın toplumun çeşitli statülerinde bulunan anne, baba, çocuk ve ergen danışanlarının bakış acıları ve psıkolojılerindan geniş bir yelpaze sunuyor. Anketler, soru-cevaplar içeriyor. Çocuk gözünden anlatıyor nasıl bir anne olmak gerektiğinin kurallarını. Çocukların annelerinden beklentilerini çocukların kullandıkları yalın dil ve samimi duygularıyla aktarıyor ebeveynlere.

Yazar kitapta anneleri davranış özelliklerine göre belli gruplara ayırarak değerlendirmiş ve “çocuklar ile gençler” üzerinde yaptığı, boşluk doldurma testi ile de ne tür bir anneye sahıp oldukları yargısına ulaşmış.

Çocuk yetiştirmede en kritik noktanın çocuk sahibi olma konusunda doğru bir zaman planlaması yapılması gerektiğine dikkat çekmiş. Fiziksel, psıkolojık, ekonomik ve sosyal yönden anne- baba olmaya hazır ebeveynlerin  daha bilinçli bir şekilde çocuk yetiştirebileceklerini belirtmiş. Öncelikle çocuğu istemek ve o çocuğu yaşama hazırlayacak olgunluğa sahip olmak gerektiğinin mutlu çocuk yetiştirmedeki iki  temel öğe olduğunu savunmuş. (ee doğru söze ne hacet.) Plansız gebelik, zorunlu evlilik, boşanma gibi durumlarda çocuk sahibi olmanın çocuğa da, ebeveynlere de verdiği/ verebileceği mutsuzluklara da bu durumları yaşayan danışanlarının ifadeleriyle değinmiş.

Mutlu kuşaklar yetiştirmek için öncelikle mutlu anne olmanın gerektiğini ve sonrasında çocuğun sahıp olduğu yetenek ve ozellıklerine göre yönlendirilmesini gerektiğinin altını çizmiş. Bunu hepımız teoride bılıyoruz belkı ama uygulamada ne kadar yeterliyiz, işte bu koca bir muamma. Bizlerin yetiştirilmesinde yapılan yanlışları ya da çevremizdekilerin çocuk yetiştirmelerindeki gözlemlediğimiz yanlışları bizler yapmayacağımızı söyleriz. Keza ben. Hemen lafı yapıştırıverirler; “sen önce bir çocuk sahıbı ol da, ondan sonra konuş!”

Dur biraz daha büyük konuşayım da başıma gelsin =)) Allah nasip eder de “sağlıklı, sıhhatlı, hayırlı bir evlat” sahibi olduğumda asla çevremdeki bazı annelerden olmayacağım, kitaptaki sözü geçen doyumsuz, anlayışsız, bencil anneliğin ise yanından dahi geçmeyeceğim. Çocuğuma söz. J Onu kendi istek ve arzularıma göre değil, imkanlarım doğrultusunda onun yetenekleri ve zevklerine göre yetişmesi adına ortam sunacağım.

Çocuk yetiştirmedeki en önemli değişmez kuralın hep EMPATI olduğu kanısındayım. Bir çocuğa yaklaşırken kendi çocukluğumda bana nasıl yaklaştıklarına bakarak doğru-yanlış davranışı buluyorum. Beni ne mutlu ederdi? Hangi söz? Hangi yaklaşım? Kimler? Buna göre yaklaşıyorum her çocuğa. Teknolojı, çağ, takvim, dünya…vs değişse de, şimdiki çocuklarla aramızda uçurum düzeyde farklar olsa da, her dönemde her çocuğun&ergenin beklentisi aslında hep aynı: Sevgi görmek. İltifat duymak. Anlaşılmak. Karşılaştırılmamak. Yarıştırılmamak. Kıyaslanmamak. Yanılıyor muyum?



Okumak Harıka Bir Eylemdir!

Esra K.K.

19 Mayıs 2017 Cuma

Eduardo Galeano - AŞKIN ve SAVAŞIN GÜNDÜZ ve GECELERİ



‘’ Şehirler gerçekten var mı?
   Yoksa bunlar insanların ağızlarından çıkardıkları buhar mı?

Öldüğüm zaman hangi sokakların altında yatmak isterdim? Kimlerin adımlarının altında? İnsan hangi adımları sonsuza kadar dinlemek ister?
Montevideo, sevdiğim, nefret ettiğim ve onca şey alıp verdiğim insanların toplamından başka nedir ki? Benim öfkelerim ve hüzünlerim o erkeklerden ve kadınlardan kaynaklanıyor. Onlar benim ulusal tarihim.
Buenos Aires’teki odam için Emilio bana bir duvar resmi yapmayı teklif edince ondan canlı renklerle bir liman yapmasını istedim. Bir Montevideo limanı, ama varmak için, yola çıkmak için değil; merhaba demek için, elveda demek için değil.
Onu benim için yaptı ve resim duvarda kaldı. ‘’

Latin Amerika’nın vicdanı,  aydın namusunu sonuna kadar koruyan gazeteci, yazar Eduardo Galeano, kendi kişisel tarihini, ülkesi Uruguay’ın, uzun yıllar yaşadığı Arjantin’in ve bütün bir Latin Amerika’nın tarihini anlatıyor. Latin Amerika’nın acılarını, hüzünlerini okurlarla buluşturuyor. Galeano’nun satırlarında idealist aydınların mücadeleleri de var, aşkın heyecanları da, çocukluğun puslu anıları da. Anahtar deliğinden görünen evrene baktığımız sayfalarda bir imbikten süzülür gibi gelen bilgelikle, tecrübeyle kuşatılıyoruz. Galeano’nun Latin Amerika’nın puslu zamanlarında kaybolan, işkence gören, öldürülen arkadaşlarını anarken ki acısına, isyanına ortak oluyoruz. En çok etkilendiğim bölümlerden birisi ise küçük kızı eve geldiğinde onunla yaşadıkları. Kızının üzgün olduğunu fark edip nesi olduğunu soruyor. Kızı en sevdiği arkadaşının ona seni artık sevmiyorum dediğini anlatıyor ve ağlamaya başlıyor. Galeano kızına sarılarak onunla beraber ağlıyor.


Hafızamız bizim kişisel tarihimiz. Galeano’nun hafızasının labirentlerinde gezinirken belki de okuduğum onca kitap içinde en çok Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Gecelerinde yazarın benimle konuştuğunu hissettim.  Şöyle diyordu: ‘’Nesneler bana bir süre eşlik ettikten sonra çekip gidiyorlar. Gece sahip olduğum şeyleri gündüz kaybediyorum. Ben nesnelerin tutsağı değilim; onlar hiç bir şeye karar vermiyorlar. Gözlerimi kapıyorum ve denizin ortasındayım.’’

A. KOŞBAY

Italo Calvıno - GÖRÜNMEZ KENTLER




‘’Piposunun amber sapına sıkı sıkıya yapışmış dudakları, ametist yakalığına dayanmış sakalı, ipek terliklerinin içinde sinirle kasılmış başparmaklarıyla Kubilay Han tepki vermeksizin dinliyordu Marco Polo’nun anlattıklarını. Yüreğine ağır bir hüzün bulutunun indiği gecelerden biriydi.
‘’ Senin kentlerinin hiçbiri yok. Belki de hiç olmadılar. Artık olmayacakları da kesin. Neden eğleniyorsun bu avutucu masallarla? İmparatorluğumun bataklıktaki bir ceset gibi çürüdüğünü ve bataklığın, gagasıyla onu didikleyen kargalara, kirli sularıyla beslenen sazlara hastalığını bulaştırdığını zaten biliyorum ben. Neden bunlardan söz etmiyorsun bana? Neden yalan söylüyorsun Tatarların imparatoruna, yabancı?’’
Polo, Hükümdar böyle keyifsiz olduğunda ne yapması gerektiğini biliyordu. ‘’ Evet, imparatorluk hasta ve işin kötüsü, yaralarına alışmaya çalışıyor. Benim yolculuklarımın amacı şu: zar zor da olsa hala seçilebilecek mutluluk izlerini tarayarak, mutluluğun kıtlığını saptıyorum. Etrafında ne kadar karanlık var bunu bilmek istiyorsan, gözlerini kısıp uzak, zayıf ışıklara bakmalısın’’

Italo Calvino, en büyük gerçeğin masallarda olduğunu söylemiş. Masalsı bir gerçekçilikle örülü kitapları da bu düşüncesinin ürünleri. Görünmez Kentler, Italo Calvino’nun belki de yazarlık dehasının doruk noktası bir anlatı. Herhangi bir kategoriye girmiyor. Roman diyemiyoruz, hikâye diyemiyoruz, tam olarak masal da değil. Kubilay Han ve Marco Polo arasındaki diyaloglarla örülü bölümler ve Marco Polo’nun Kubilay Han’a anlattığı şehirler ile ilgili bölümler var. Klasik bir bölümleme beklemeyin. Örneğin kitabın I. Bölümündeki alt başlıklar; Kentler ve Anı 1, Kentler ve Anı 2, Kentler ve Arzu 1, Kentler ve Anı 3, Kentler ve Arzu 2, Kentler ve Göstergeler 1, Kentler ve Anı 4, Kentler ve Arzu 3,Kentler ve Göstergeler 2, İnce Kentler 1. Diğer bölümler de bu karışık sıralamayla devam ediyor. Bu o kadar da önemli değil açıkçası. Önemli olan her bir anlatının içindeki o yoğun anlam, duygu, simgeler, gerçekte var olmayan ama bir yandan da gerçekte var olan kentlerin hikâyeleri… Bu anlatılarda karşımıza çıkan kentler sanki okurun yaşadığı kenti anlatıyor gibi. Her bir okurun yaşadığı kent değişse de. Sanki bir tek kentin sokaklarında dolaşıyor gibiyiz. Zaman geçtikçe kentin görünümü de insanları da, kaderi de, adı da değişiyor. Kitabın ortalarına doğru Kubilay Han, Marco Polo’ya bana hiç Venedik’i-Marco Polo Venediklidir- anlatmadın diye sitem edince gezginin verdiği yanıt; ben hep Venedik’i anlattım. Her kenti anlatırken içinde Venedik de vardı, oluyor. Hatta bir bölümde hükümdar-Kubilay Han- ve gezgin-Marco Polo- aralarındaki sohbetin de gerçek olmadığı izlenimini veriyorlar bize. Ben belki de şu anda sarayımın bahçesinde seninle konuşmuyorum, belki de seferdeyimdir şu an diyor Kubilay Han. Marco Polo da ben de belki şu an bir şehri geziyorum diyor. Zaman ve mekân birbirine karmaşık ipliklerle bağlanmış gibi. Bu bağları çözmek neredeyse imkânsız.
Bu hayali ve aynı zamanda gerçek şehirlerde-Diomira, Dorotea, Tamara, İsaura, Eufemia, Valdrada, Aglaura, Melania, Eudossia, Leonia, Olinda ve diğerleri…  - gezerken yazarın bütün edebiyat ve hayat tecrübesine dayanarak damıttığı fikirleri de süzülüyor satır aralarından. Şehirler anıları, arzuları, göstergeleri, görmeyi, ölümü, yaşamı anlatan metaforlara dönüşüyor.
Italo Calvino’nun gezgin Marco Polo’ya bir kentin anlatısında söylettiği söz hayatın bir özeti sanki: ‘’ Yalan sözlerde değil şeylerdedir.’’


 A. KOŞBAY

NAZIM HİKMET BÜTÜN ŞİİRLERİ



‘’Dörtnala gelip uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benziyen toprak
Bu cehennem bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
Yok edin insanın insana kulluğunu,
Bu davet bizim…
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim…
Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar;
Korkak, cesur, cahil, hakim ve çocukturlar
Ve kahreden yaratan ki onlardır,
Kitabımızda yalnız onların maceraları vardır.’’
 

Kurtuluş Savaşının destanını yazan, Güneşe akın yapan, yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine diyen, Dünyanın en tuhaf mahlûkunun-insan- anlatıcısı, yaşamak sevdalısı, memleket sevdalısı şair Nazım Hikmet. Ömrü hapislerde daha sonra da gurbette, vatanına hasret geçen ama mücadeleden vazgeçmeyen, insandan umudunu hiç kesmeyen, gürül gürül akan bir şiiri bizlere armağan eden şair Nazım Hikmet.
YKY’nin şairin derlenebilen bütün şiirlerini kapsayan bu toplu basımı, Nazım Hikmet’in ilk gençlik yıllarındaki şiirlerinden, şairliğinin olgunluğuna eriştiği dönemdeki şiirlerine kadar uzanıyor. Nazım Hikmet’i okurken size önerim zaman zaman yüksek sesle okumanızdır. Tamamını olmasa bile özellikle Kurtuluş Savaşı Destanından bölümleri özellikle. Farklı, güçlü bir etki bırakıyor üzerinizde. İnternet üzerinden ulaşabilirseniz Nazım Hikmet’in kendi sesinden şiirlerini seslendirdiği kayıtları dinlemenizi de öneririm. Yine Nazım Hikmet okumalarından beni etkileyen üç tane okuma: Cüneyt Türel’in Kurtuluş Savaşı Destanından okuduğu bölümler, Genco Erkal’ın Dünyanın En Tuhaf Mahlûku şiirini okuması ve Rüştü Asyalı’nın Yaşamaya Dair şiirini okuması.

Nazım Hikmet’in şiirleri coşkun bir sele kolay kolay set çekilemeyeceğini hatırlatıyor bize. Yaşamayı sevmeyi, insanı sevmeyi, insana umutla bakmayı-Nazım Hikmet’in deyimiyle her ne kadar insan hala şarap vermek için üzüm gibi sıkılıyorsa da-unutmamak için okumalı Nazım Hikmet’i.   

A. KOŞBAY

Richard Dawkins - GEN BENCİLDİR




’ Bir gezegendeki akıllı yaşam biçimi, gün gelir kendi varlığının sebebini ilk defa çözeceği bir çağa ulaşır. Eğer uzaydan dünyaya üstün yaratıklar gelirse, uygarlığımızın seviyesini ölçmek için soracakları ilk soru ‘’Evrimi keşfedebilmişler mi?’’ olacaktır. Üç milyar yıldan daha uzun bir süre boyunca canlı organizmalar, niye olduğunu bilmeden dünyada var oldular ve sonunda gerçek içlerinden birine doğdu. Bu birinin ismi Charles Darwin’di.’’
‘’Biz hayatta kalma makineleriyiz, ancak ‘’ biz sözcüğü sadece insanlar anlamında değil. Tüm hayvanları, bitkileri, bakteri ve virüsleri kucaklıyor.’’
‘’İnsanın sıra dışı olan yönlerinin çoğu tek bir sözcükte özetlenebilir: ‘’ kültür’’. Bu kelimeyi kibirli olan anlamında değil, bir bilim insanının kullandığı anlamda kullanıyorum. Kültür iletimi, genetik iletime şu açıdan benzeşir: temelde tutucu olmasına karşın bir evrim şekline yol açabilir.’’

Birisi size bencil biri olduğunuzu söylese tepkiniz ne olurdu? Böyle bir sözü hoş karşılayacak kişi sayısının pek fazla olacağını zannetmiyorum. Richard Dawkins ise Gen Bencildir kitabında apaçık bunu söylüyor. Gen bencildir. Biyolojik varlığımızın temeli DNA, DNA’nın da temeli genler olduğuna göre. Elbette kitap hakkında spekülatif bir başlangıç yaptığımın farkındayım. Bunu bilinçli yaptım tabi ki. Richard Dawkins bu tür yorumlara kitabını yayımladığından bu yana hep muhatap olmuş. Hatta karşı tez olarak İşbirlikçi Gen gibi kitaplar da yazılmış.  O kadar yoğun eleştiriler yapılmış ki Richard Dawkins kitabının sonraki baskılarında bu eleştirilere de yanıt vermek durumunda kalmış. Bu yanıtlar da kitabın son bölümünde notlar olarak yer alıyor ve hayli geniş yer tutuyor. Halbuki Dawkins ‘in yapmak istediği hayata genin gözünden bakmamızı sağlamak.
Kitabın en önemli etkilerinden biri de bilim ve kültür dünyasına kazandırdığı MEM kavramı. MEM, artık biyolojiyle, genetik ile ilgili bir kavram olmanın da ötesinde. Kültürel MEM den söz ediliyor artık.
Kitabın bölümleri: Neden İnsanlar Var?, Eşleyiciler, Ölümsüz Sarmallar, Gen Makinası, Saldırganlık: Kararlılık ve Bencil Makine, Gencillik, Aile Planlaması, Nesillerin Savaşı, Cinsiyetlerin Savaşı, Sen Benim Sırtımı Kaşı; Bende Seninkini, MEM’ler: Yeni Eşleyiciler, Kibar Çocuklar Birinci Olur, Genin Uzun Menzili.  Kitap genlerin uzun tarihinin bir özeti.
Richard Dawkins ’in Gen Bencildir ’de bir bilim kitabı olmasına rağmen çok akıcı, rahat, anlaşılır bir anlatım kullandığını, Dawkins ‘in yazdığı bilim kitaplarıyla edebiyat ödülü sahibi olduğunu da belirtmeliyim.

Kitabı okuduktan sonra biri size bencil olduğunuzu söylediğinde artık siz de rahatlıkta evet hepimiz benciliz diyebilir ve kaynak olarak da Gen Bencildir kitabını gösterebilirsiniz.

A. KOŞBAY

Marcel Proust - KAYIP ZAMANIN İZİNDE




‘’ İşte bu şekilde kim bilir kaç kere Combray günlerini düşünerek sabahladım; o uykusuz hüzünlü gecelerimi, hatırası daha yakın bir tarihte, bir fincan çayın tadıyla-Combray deyişiyle’’ rayiha’’sıyla- canlanmış olan gündüzleri ve bir de, hatıraların birbirini çağrıştırmasıyla Swann’ın ben doğmadan yaşamış olduğu bir aşka ilişkin, küçük kasabamızdan ayrıldıktan yıllar sonra öğrendiklerimi düşündüm.’’

Edebiyatın seyrini değiştiren, edebiyata yeni ufuklar açan kitaplar vardır. Kendinden önce gelen dev eserlere selam duran, o dev eserlerden ilham alan ama içerdiği yeniliklerle de kendisi de devleşen kitaplar. Kayıp Zamanın İzinde de bu kitaplardan.
Edebiyatta zaman kavramı, Marcel Proust ’tan önce daha sade bir biçimde ele alınıyordu. Dakikalar, saatler, günler, aylar, yıllar baş döndürücü bir hızla birbirini kovalıyordu. Zaman kaybolup gidiyordu. Elimizden kayıp giden, yakalayamadığımız bir kum tanesi gibi. Anlık duygular, ani duygu değişimleri pek önemsenmiyordu. Her şey geniş bir zaman dilimi içinde olup bitiyordu. Marcel Proust bunu değiştirdi. Her bir duyguyu tek tek işledi bir dantela gibi. Acelesi yoktu. Ardı ardına akışı durdurulamayacak bir ırmak gibi akıyordu romanlar Kayıp Zamanın İzinde üst başlığıyla. Yedi kitap peş peşe dizildi. Kayıp Zamanın izini sürdü Marcel Proust; Swann’ların Tarafı, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, Guermantes Tarafı, Sodom ve Gomorra, Mahpus, Albertine Kayıp ve Yakalanan Zaman’da. Kendi hayatından büyük ölçüde kesitler taşıyan bu roman dizisinde, narin, hastalıklı ve oldukça duyarlı bir çocuğun ilmek ilmek işlenen büyüme sürecine tanıklık ediyoruz. Kahramanın-aslında Marcel Proust ’un ta kendisi- ailesiyle ilişkileri, ilk aşkı, sosyeteye girişi, ruhunun ve zihninin geçirdiği değişim ve dönüşümler, farklı eğilimleri nedeniyle zihnini altüst eden sevgilisi Albertine ile olan fırtınalı ilişkisi ve soylu sınıf ile burjuva sınıfına dair keskin gözlemler. Yedi kitap boyunca bir yavaşlayan bir hızlanan zaman, kahramana bazen çok güçlü duygularla dolu olduğu bir türlü geçmek bilmediği anlarda şiddetli azaplar verirken bazen de hiç akıp gitmemesini istediği anlarda hızla geçiyor, anıların solgun ritminde kaybolup gidiyordu. Bir çocuğun yetişkin bir adama dönüşünü izlediğimiz yedi kitap boyunca hayatın ilk on beş yirmi yılına ne kadar çok şey-acılar, sevinçler, kırılan gururlar, hayal kırıklıkları- sığabildiğini biraz da hayretle fark ediyoruz. Kendi hayatlarımızı bu kadar derin göremediğimiz, ıskaladığımız için şaşıyoruz bunca yoğun duyguya bize hiç yabancı olmasalar da. Son kitap olan Yakalanan Zamanın son birkaç sayfasında ise Marcel Proust büyük bir zaman sıçraması yaparak büyük bir sevgiyle anlattığı o narin çocuğu, duygulu yeni yetmeyi orta yaşlı yorgun bir adama dönüştürüyor.

Kitap bittiğinde sanki nokta konmamış, daha anlatılacak, bir yedi kitap daha sürecek hissine kapıldım. YKY den çıkan bu bütün yedi kitaplık dizinin kitaplarının birleştirildiği iki ciltlik toplu basımla bir ayda üç bin küsur sayfayı okumak da pek yeterli gelmemişti bana. Devamı olsa da okusam diyordum. Bu hissim epey bir süre devam etti. Bu yedi kitabı uzun süre ara vermeden peş peşe okuyabilirsiniz ya da ara verip farklı okumalardan sonra tekrar dönebilirsiniz. Tercih sizin. Arka arkaya kesintisiz de okusanız, bir rehber gibi belirli zamanlarda parça parça da okusanız kayıp giden zamanın peşindeki bitip tükenmeyen yolculuktan vazgeçemeyeceksiniz.

A. KOŞBAY

Prof. Dr. Ahmet Taşağıl - KÖK TENGRİ’NİN ÇOCUKLARI




‘’ Türkler… Esir düştüler, savaştılar, barıştılar…
Uzak Asya’dan Akdeniz’e kadar uçsuz bucaksız bir coğrafyaya yayıldılar. Devletler kurdular, devletler yıktılar. Çin’ e aman vermediler. Birçok farklı isimle anıldılar, farklı dinlere inandılar. Çok büyük bir medeniyet yarattılar. Başka medeniyetlerin yükselmesine katkıda bulundular. Hepsi de masmavi Gökyüzünün( Gök-Tanrı’nın) altında buluştular.
Türkler kimdir? Nereden gelirler? Hangi dinlere inanırlar? Tarihleri ne zaman başlar? Nasıl teşkilatlandılar? Ve en önemlisi nasıl bu kadar başarılı oldular? ‘’

İslamiyet öncesi Türk Tarihi çok az bir yere sahip tarih derslerinde. Sadece müfredatta değil bilimsel tarih yazınında da. Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin ele alındığı kaynakların yanında bu alandaki Türk Tarihi kaynakları koca bir çölde bir kum tanesi gibi. Oysa hikâyemiz Orta Asya’da başlıyor.
Kök Tengri’nin Çocukları, çok büyük bir boşluğu dolduruyor. İslamiyet Öncesi Türk Tarihini derli toplu okumak için bir fırsat sunuyor bizlere. Hunlar, I. Göktürk Devleti, II. Göktürk Devleti, Uygurlar, Akhunlar, Hazarlar, Avrupa Hunları, Avarlar ve diğerleri… Savaşlar, barışlar, kurulan ittifaklar, bozulan ittifaklar, yıkılan devletler, yerlerine kurulan devletler ve bozkırda yükselen bir medeniyet.
Hun Hükümdarı Mete’nin(Bahadır’ın) kurduğu onluk sisteme dayalı ordu düzeninden, Orhun Yazıtlarında Göktürklerin, ilk devletlerinin yıkılmaları ile ilgili gelecek kuşaklara ders niteliğindeki tespitlerine, Hazar Kağanlığının Kafkasya’daki öneminden ve zamanının süper gücü olma sürecinden, Avrupa Tarihini kökünden değiştiren, Kavimler Göçüne neden olan Avrupa Hunlarına ve Avrupa Hunlarının karizmatik lideri Atilla’ya, İstanbul’u kuşatmış olan ilk Türk Devleti olan Avarlardan, zamanla Türk kimliğini kaybederek slavlaşmış Bulgarlara kadar Türk tarihinin pek çoğumuz için karanlık kalmış ya da eksik, yanlış bilgilerle öğrendiğimiz dönemlerini keşfediyoruz.
Kitabın yazarı Prof. Dr. Ahmet Taşağıl’ın Çince bildiğini ve Türk Tarihinin bu dönemlerini aydınlatırken eski Çin kaynaklarından da büyük ölçüde yararlandığını da belirtmeden geçmek olmaz. Tarihe özel bir ilginiz varsa Kök Tengri’nin Çocukları’nı tamamlayıcı nitelikte olan aynı yazarın Eski Çin Kaynaklarına Göre Türk Boyları kitabını da öneririm. Bu kitapta ise devlet kuramamış Türk Boylarının tarihi ile ilgili bilgilere ulaşmak mümkün.

Niçin tarih okumalıyız? Tarih felsefesi bu sorunun yanıtını tereddütsüz veriyor: Dünü bilmeyen, bugünü anlayamaz ve yarını da güvenle kuramaz.

A. KOŞBAY

Homeros - ODYSSEİA




‘’ Çok akıllı Odysseus ona karşılık verdi, dedi ki:
Gerçekten çok akıllı görünürsün sen bana Amphinomos,
Dulikhionlu Nisos’un oğlu olduğun nasıl da belli.
Ününü, varlıklı bir adam olduğunu duymuştum onun.
Madem aklın başında, madem ondan doğdun,
Şu diyeceklerimi iyice kafana koy.
Yeryüzünde yürüyen ve soluyan yaratıklar arasında
İnsandan daha güçsüz bir yaratık beslemez toprak ana.
Tanrılar ona sağlığını ve mutluluğunu bağışlar,
O da, artık benim başıma hiçbir dert gelmez, der,
Ama mutlu tanrılar ona acılardan pay verince de,
Dayanamaz, nedir der, bu benim başıma gelen’’

On yıl süren Troya savaşından sonra yurduna dönmek üzere yola çıkan Kral Odysseus’un dönüş yolculuğu tıpkı Troya Savaşı gibi bir destana dönüşür. Yanındaki bütün adamlarını kaybeden, türlü esaretlere, türlü belalara göğüs geren Odysseus ’a mücadele gücü verense yurduna ve geride bıraktığı ailesine duyduğu sevgisi, bağlılığıdır. Acaba geride bıraktıkları da ona duydukları sevgiyi, bağlılığı koruyabilmişler midir?
Homeros destanlaştırdığı bu eve dönüş hikâyesiyle yüzyıllar boyunca okunacak olan bir anlatıyı insanlığın kültür mirasına hediye etmiş oldu ve kendisinden sonra gelecek pek çok sanatçıya da ilham verdi.  Elbette modern çağlardaki hikâyelerde bu destanda olduğu gibi tanrılar, tanrıçalar, büyücüler, devler, türlü mitolojik varlıklar yok. Ama bu doğaüstü varlıkların hayattaki engellerin bir simgesi olduğu da bir gerçek. Modern eve dönüş anlatılarının üslubu farklı da olsa evrensel tema hiç değişmedi. Zaman herkesi, her şeyi dönüştürür. Ne evine dönen aynı insandır ne de geride bıraktıkları.
Çeviriyle ilgili de birkaç şey söylemeliyim. Azra Erhat ve A. Kadir’in İlyada ve Odysseia çevirileri Türk Çevirisinin de gerçekten başyapıtlarından. Çeviriyle ilgili şaşmaz bir gerçeği de ortaya koyuyorlar. Çevirmenin sadece köprü kurduğu iki dili bilmesi yetmez. O iki dille de hissetmeli, yaşamalı.
İlyada’da çok kurnaz, çok akıllı gibi sıfatlarla birlikte anılan Odysseus’un yerinde başkası olsa bunca felaketten sonra bir köşeye çekilir, yurduna dönüş umudunu yitirirdi. Belki de edebiyat tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir azmin, çelik gibi bir iradenin yegâne temsilcisi Odysseus. Okudukça şöyle düşünüyorsunuz:’’ Hayatta ne olursa olsun yılma, mücadele et! Düştün mü tekrar kalk ayağa! ‘’

A. KOŞBAY


16 Mart 2017 Perşembe

Charles Darwin - TÜRLERİN KÖKENİ




’Çeşitlenme(değişim) ve doğal seçme yoluyla değişiklik geçirerek türeme teorisine önemli bir çok itiraz yöneltildiğini yadsımıyorum. Bu itirazlara değerlerini tam olarak vermeye çalıştım. İlk bakışta hiçbir şey, karmaşık organların ve içgüdülerin, insan aklından üstün olmamakla birlikte ona benzer olan kuvvetlerce değil de, her biri üzerinde bulunduğu canlıya yararlı sayısız ve hafif değişimlerin birikimiyle yetkinleştirilmiş olduğuna inanmaktan daha güç değildir. Bununla birlikte, hayal gücümüze aşılmaz gibi gelen bu engel, şu önermeleri benimsersek, gerçek sayılamaz: Oluşumun ve içgüdülerin bütün parçaları, hiç değilse bireysel farklar göstermektedir- yapıdaki ya da içgüdüdeki yararlı sapmaların saklanmasına yol açan bir var olma savaşı vardır- ve, son olarak, her organın yetkin durumunda, her biri kendi türünde yararlı aşamalanmalar bulunabilir. Bu önermelerin doğruluğu tartışma götürmez sanırım.’’

Bazı kitaplar yayınlandıklarında bir devrime sebep olurlar. Evrimi anlatan Darwin, Türlerin Kökeni ile bilimsel ve kültürel bir devrimin fitilini ateşledi. 21 yaşındayken Galapagos Adalarına yapılan bir gemi yolculuğuna katılan Darwin bu yolculukta adalardaki canlıları, özellikle ispinoz kuşlarını gözlemledi. Bu gözlemleri sonucu elde ettiği veriler onu canlıların değişimi, gelişimi üzerine düşünmeye itti. Canlıların uzun bir dönemde-yüzbinlerce yıl, milyonlarca yıl gibi uzun bir süre- geçirdikleri biyolojik yapılarındaki değişmeleri açıklayabilecek bir teori üzerine kafa yordu. Çağdaşı bilim insanlarının çalışmalarını da yakından takip etti ve onlarla fikir alışverişinde bulundu. Uzun yıllar süren gözlem ve araştırmalarından sonra ise Türlerin Kökeni’ni yayınladı. Kitap yayınlanır yayınlanmaz kıyamet koptu. Darwin türlü suçlamalara maruz kaldı. İncille çeliştiği söylendi. İnsanların soyunun maymundan gelip gelmediği ile ilgili alaycı tartışmalar yapıldı. Darwin’in bu tartışmalardan mümkün oldukça uzak kaldığı ancak kendi taraftarlarının başta da yakın arkadaşı Huxley’in sözünü sakınmadığı ve Darwin karşıtlarıyla çok sert tartışmalara girdiği bilim tarihi kitaplarında anlatılır.
Türlerin Kökeninin ana fikrini kendiniz okuduktan sonra daha iyi fark edebilirsiniz ama ben yine de kendi fikrimi söyleyeyim. Bütün canlılar ortak bir atadan, ortak bir kökenden gelmiştir. Çok uzun zaman dilimlerinde de evrimleşerek türleşmişlerdir. Söylemeden geçmeyelim. Kitapta insanın maymundan geldiği ile ilgili tek bir satır ifade, en küçük ima yok. Vurgulanan can alıcı nokta ise bütün canlıların ortak bir kökenden geldiği. İnsan ve maymun ile ilgili şu söylenebilir: İnsan maymundan ya da maymun insandan türemedi. Ancak insan ve maymun çok çok uzun süre önce yaşamış olan ortak bir atadan evrilerek bugünkü görünümlerini, yapılarını ve işlevlerini kazandılar.
Darwin ile ilgili halen günümüzde devam eden tartışmalar, hatta karalama kampanyaları var. Sağdan soldan kulaktan dolma bilgilerle evrim hakkında siz de bir şeyler gevelemeyin, esas kaynağı Darwin’i okuyun. Çünkü Darwin’in anlattığı bizim de hikâyemiz.


A.KOŞBAY



Homeros - İLYADA




‘’ Güzel akan ırmağın sığ yerine gelince,
   Zeus’tan doğma anaforlu Ksanthos’un sığ yerine,
  Akhilleus böldü onları ikiye,
  Kimini sürdü ovadan kente doğru,
  Akhaların palas pandıras kaçıştıkları yoldan,
  Ünlü Hektor kovalamıştı onları bir gün önce,
  Bugün o yolda Troyalılar kaçıyordu korku içinde,
  Here önlerine kopkoyu bir bulut sermişti.
  Ordunun öbür yarısı da yığılmıştı ırmağın kıyısına,
  Derinden akan, gümüş anaforlu ırmağın
  Paldır küldür atlıyorlardı içine,
  Derin sular uğulduyor, kıyılar yankılanıyordu,
  Bağrışarak yüzüyorlardı o yana bu yana,
  Dönüp duruyorlardı anaforla birlikte.’’

Söz ne zaman başladı?  Hikâye anlatmak ne zaman başladı? Yazmak ne zaman başladı? Bu sorulara kesin yanıtlar vermek pek mümkün olmayabilir. Ama bir miti, destanı yazmak ne zaman başladı diye sorulursa yanıt Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarını yazması olacaktır.
İlyada, çağlar boyu unutulmayan bir mit, destan, Troya destanı. Troyalı Paris, Sparta Kralı Menalaos’un karısı Helen’i kaçırınca Akalar(Yunan Halkları) Troya ’ya savaş açarlar. On yıl sürer bu savaş.-Kitapta ise bu savaşın yaklaşık iki aylık bir devresi anlatılıyor.- Acımasız, amansız, ıstırap dolu yıllar vardır tarafların önünde. Homeros’un kaleminden adeta kan ve gözyaşı damlamaktadır. Tanrılar ve Tanrıçalar, Kral Agamemnon, Akhilleus, Odysseus, Hektor ve diğerleri… Anlatılan bir yiğitlik destanı, kahramanlığa övgü gibi görünse de, ben İlyada’nın satırlarında çaresizliği ve umudu, korkuyu ve cesareti ve hep var olan hiç eksilmeyen acıyı okudum. Savaşın anlatıldığı satırlar zihnimden neredeyse tamamen silindi. Ancak Troyalı Hektor ’un ölümü üzerine karısı Andromakhe’nin yaktığı ağıt, tazeliğini koruyor hafızamda.
Yolunuz Çanakkale’ye düşerse Troya Antik kentini de ziyaret etmeyi unutmayın. Her ne kadar İlyada bir efsane olsa da bu destana ruhunu veren toprakları görmek fırsatını kaçırmayın. Sizi ziyaret için ikna edemediysem, kitabın olağanüstü güzel çeviri yapan çevirmenlerine kulak verelim. Troya kentini şöyle anlatıyorlar bize:

‘’Çanakkale’den bir kaptıkaçtıya binersiniz. Kentten çıkıp biraz yükseldiniz mi, boğaz, rüzgârı püfür püfür eser. Bir yanınız deniz, bir yanınız çamlık, zeytinlik; alabildiğine maviler, yeşiller, sarılar, küme küme kırmızı gelincikler. İçiniz bir hoş olur, çünkü bu toprak başka toprak, kahramanlık destanları anlatılır size karış karış. Yüzyılları birbirine katmış da hep Doğu ile Batı arasında kavgaya, dövüşe sahne olmuş bu toprak. Çanakkale Boğazına baktıkça bir kıtayı bir kıtaya bağlayan su köprüsünün ne demek olduğunu anlarsınız. Hellespontos derlermiş ilkçağda ona, Küçük Helle’nin boğulduğu deniz. Efsane en eski çağlarda bile kana boyamış bu su geçidini. Yığın yığın insanlar bir bu kıyıdan o kıyıya , bir o kıyıdan bu kıyıya geçmişler Boğaz’ı; göçler, ordular, donanmalar… Hepsi de iki dünyanın kapısını açan bu kilidi ele geçirelim diye uğraşırmış. Boğaz’a baktıkça Batı uygarlığının ilk büyük destanı neden burada doğdu diye şaşmazsınız artık. Bu destan Troya destanıdır.’’

A. KOŞBAY

Herodotos - TARİH




‘’ Demek, ilk savaşta Tegealılar karşısında geri basmışlardı; ama Kroisos zamanında ve Lakedaimon’da Anaxandridas’ın ve Aristo’nun hüküm sürdükleri sıralarda, Spartalılar askerlikten yana üste çıktılar; bakınız bu nasıl oldu: Tegealılar karşısında sürekli başarısızlıkları sonunda, Delphoi’ye adamlar gönderdiler,’’ Düşmanı yenmek için hangi tanrıların gönlünü etmeliyiz?’’ diye sordular. Pythia onlara Agememnon oğlu Orestes’in kemiklerini Sparta’ya getirmelerini buyurdu. Ama onlar mezarı bulamadılar ve tanrıçaya yeniden adam gönderip, nerede yattığını sordular. Pythia bu soruya şu cevabı verdi:
Arkadia’da Tegea. Bir ova. İki rüzgâr eser orada:
Uğursuz ve değişmez bir yasadır bu.
Yumruğa karşı yumruk; eziyet üstüne eziyet.
Orestes oradadır, canlı tohumlarla dolu toprak
Örtüyor onu. Al onu, kent senin olacaktır. ‘’

 Her insanın, her toplumun bir hikâyesi vardır. Yaşamın olağan akışı içinde kaybolabilir bu hikâyeler ya da olağanüstü olayların heyecanı içinde eriyip gidebilir. Burada sahneye hikâye anlatıcılar ve kaydediciler(vakanüvisler) çıkıyor. Herodotos ise bu vakanüvislerin ilklerinden ve en önemlilerinden biri. Lise tarih ders kitaplarının o kupkuru, sıkıcı anlatımını hatırlıyorum da. Yazarlar tarih öğretmeni ama ya Herodotos tarihini okumadılar- ki bu tuhaf olur- ya da tarih yazımı nasıl olur diye hiç örnek almadılar Herodotos’tan. Onun canlı, akıcı, yer yer naif anlatımı sayesinde bu çok hacimli kitabı sıkılmadan, kolayca okumak mümkün. Sadece bir tarih kitabı olmakla kalmıyor, bu kıvrak üslup sayesinde nitelikli edebi bir esere de dönüşüyor.
Tarih yazımının babası Herodotos, yazdığı Tarihi dokuz kitapta toplamış. Her bir bölüm bir Musa’nın adını taşıyor.-Musalar, Yunan mitolojisinde ilham perileri- Kitapların adları şöyle: Klio, Euterpe, Thalia, Melpomene, Terpsikhore, Erato, Polymnia, Urania, Kalliope. Onun bu yazma tutkusunu ateşleyense- bu tabii ki benim yorumum- başka toplumlara, başka coğrafyalara duyduğu sınırsız merak. Hepimizin çocukken sahip olduğu ama sonra çoğumuzun yitirdiği o saf merak duygusu.  Anlattığı toplumların kültürünü, geleneklerini, ülkelerin coğrafyasını, hanedanların tarihini titizlikle araştırıp kaleme almış Herodotos. Özellikle İlkçağ Mısır Tarihi ve Pers Tarihi hakkında pek çok ilgi çekici ayrıntıya ulaşmak mümkün.

Efsanelerden, mitolojilerden beslenen bölümler de var içerisinde ama kitabı yazıldığı zamanın ruhuna göre değerlendirmek gerekiyor. Belki de tam da bu sebeple yüzyıllardır ilgiyle okunuyor.   

Günümüzde her şeyin bir reklama, pazarlamaya dönüştüğü bir gerçek. Çağımızın sloganı: Satın al, harca, tüket! Entelektüel üretim de bundan nasibini alıyor ve pek çok yazar, sanatçı şaşalı tanıtım kampanyalarıyla kamuoyunun karşısına çıkıyor. Burada kitabın çevirmeni Müntekim Ökmen’in önsözde yazdığı bir bilgiyi paylaşmak istedim. Yüzlerce yıl önce İlk Çağda Herodotos Tarihini yazdığında herhalde ne kadar önemli bir eser ortaya koyduğunun farkındaydı. Ama yaptığı tek şey’’  Halikarnassos’lu Herodotos araştırmasını kamuya sunar’’ diye kitabını imzalamak ve daha sonra kenara çekilerek okuru ile kitabı baş başa bırakmak olmuş. 

A. KOŞBAY

24 Şubat 2017 Cuma

Galileo Galilei - İKİ BÜYÜK DÜNYA SİSTEMİ HAKKINDA DİYALOG




‘’ Sagredo- Hayatında merdiven hakkında hiçbir fikri olmayan birine çok yüksek bir kule gösterilse ve ona kulenin tepesine gitme arzusunun içinde kıpırdayıp kıpırdamadığı sorulsa inanıyorum ki kesinlikle hayır derdi, noktaya ulaşmak için uçmaktan başka yolla da gidilebileceğini idrak etmediği için.
Merdivenler gösterilse çıkmayı daha önce imkânsız bulduğu yere kendi enerjisi sayesinde basamakları bir bir çıkarak o noktaya varılabileceğini anlar ve kendi kendine gülerek fazla öngörülü davranmadığını itiraf ederdi.’’




Dünya yuvarlaktır ve diğer gezegenlerle birlikte güneşin etrafında döner. Bu temel bilgiyi küçücük bir çocukken anne babamız anlattı bize ya da ilkokul birde öğretmenimizden öğrendik. Üzerinde düşünmüyoruz bile. O kadar doğal ki. İki gözümüz, iki kulağımız olması gibi, karın beyaz renkli olması gibi. Ama insanlığın bu gerçeği kabullenmesi çok zaman aldı. İyonya’da ilerleyen bilim, Aristoteles’in fikirleriyle donmuştu. Sistemimizin merkezinin Dünya olduğu ve bütün gezegenlerin buna Güneş de dâhil Dünya etrafında döndüğü(!) kabul edilmişti. Uzun süre Aristoteles’in bu fikrine kimse karşı çıkmaya cesaret edemedi. Bu öğreti Kilise tarafından da destekleniyordu. Aksi bir görüş, en ufak bir kuşku dahi dile getirilemiyordu. Engizisyon geleneğe aykırı fikirleri engellemek için pusudaydı. Sonra gözü kara bir İtalyan bilim adamı tarih sahnesine çıktı ve çok yalın bir şey söyledi: ‘’Hayır, dedi siz yanılıyorsunuz. Güneş dünyanın etrafında dönmüyor, gerçek bu değil. Gerçek tam tersi. Güneş merkezdedir, Dünya ve bütün diğer gezegenler de Güneşin etrafında dönmektedir. ‘’ Bu çılgın bilim adamı Galileo Galilei idi. İnanılmaz şeyler söylüyordu çağdaşlarına göre.  Güneş Merkezli fikir kolaylıkla ispatlanabilirdi. Pek çok kanıt mevcuttu ve bu kanıtları üç kurmaca İtalyan entelektüelini konuşturduğu, diyaloglardan oluşan kitabı ‘’İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog’’ da kaleme aldı. Salviati, Güneş Merkezli evren fikrinin temsilcisi kitapta. Simplicio, Aristoteles’in Dünya merkezli evren anlayışının savunucusu. Sagredo ise iki zıt kuram arasında sorgulayarak doğruyu bulmaya çalışıyor. 
Kitap yayınlandıktan sonra Galileo Galilei engizisyonda yargılandı, sapkınlıkla suçlandı ve tehditlere boyun eğerek görüşlerinden vazgeçtiğini bildiren bir mektubu okudu. Engizisyondan böylece kurtuldu ve son yıllarını gözetim altında başka konulara yönelik bilimsel çalışmalarla geçirdi. Bu, bana mitolojide Prometheus’un Zeus’un elinden ateşi çalıp insanlığa armağan etmesini hatırlatıyor. Zeus’un hışmından kurtulamadı Prometheus belki ama insanlık da ateşe kavuştu ve bir daha hiç karanlıkta kalmadı. Galilei ’nin yaktığı ateş de bir daha hiç sönmedi. Özgürleşmeyle birlikte görüşleri de kabul edildi. Yüzyıllar sonra ise Kilise Galilei davası ile ilgili pişmanlığını dile getirecekti.
Günümüzde hepimizin bildiği bir gerçeği neden okuyalım? Bilim kitaplarını neden okuyalım? Bu sorulara yanıtımı Türk bilim adamı Engin Umut Akkaya’nın bir sözünü alıntılayarak vermeme izin verin.
 ‘’Bugüne kadar evren bize bir tek büyük sırrını vermiştir; o da evrenin anlaşılabilir olduğudur. Ve biliyoruz ki, ancak bilimle insan korkularını ve tüm diğer zayıflıklarını aşıp, küçük mavi gezegendeki ve evrendeki gerçek yerini kavrayabilecektir.’’


A. KOŞBAY



Turgut Uyar - BÜYÜK SAAT




‘’ Tarihi bir hazin balkıma gibi
Biliyorum kafiyeyi bozduğumu.
Başka şeyleri de bozduğumu. Ve biliyorum ki
hüzün varsa içinde, bozukluk bile hoşuna gider Naci’nin
Biliyorum ki bozukluk bağışlanır, sevilir bile
İçinde bulunan herkesin ölmüş olduğu eski fotoğraflarda
Ve Akdenize yelken basan kotralarda
Kuytu mağaralarında Karadenizin
Sessizlik ve görülmezlik bir büyük bahanedir.’’

Turgut Uyar’ın bütün şiirlerinin bir arada sunulması amacını taşıyan bu kitap, şairin daha önce basılmış kitaplarının ve dergilerde kalmış şiirlerinin derlemesinden oluşuyor.  Şairin en önemli şiirlerinden biri kabul edilen Büyük Saat’in adını taşıyan bu derleme ile Turgut Uyar’ın bütün şairlik serüveninin tanığı oluyoruz.
Orhan Veli ve arkadaşları Garip akımıyla Türk şiirine yeni bir soluk getirmişler, şiirin dilini yenilemişlerdi. Onlar, Türk şiirinin Birinci Yenileriydi. Sonra Turgut Uyar ve arkadaşları geldiler. Kendilerinden önce gelen bütün kuralları, tabuları yıktılar. Garipçilerin bile değiştirmeye ellerinin varmadığı gelenekleri söküp attılar koca bir çınar olan Türk Şiirinin köklerinden. - Bir hatırlatma: Turgut Uyar’ın Divanı ise geleneksel şiire bir saygı duruşu gibidir. Biçim geleneksel, dil yenidir.- Hem geleneksel şiire sırt dönüyorlardı büyük ölçüde hem de garipçilere. Çok yerildiler. Dilin yapısını bozmakla suçlandılar. Anlamsız şeylerdi yazdıkları birçoklarına göre. Ama bildiklerinden şaşmadılar. Türk Şiirine yeni ufuklar açtılar.
Şiir yazmakla şair olmak aynı şey değil. Şair olmak hayata şiirin penceresinden bakmayı gerektiriyor. Şiirle görmek, şiirle duymak, şiirle dokunmak, okurunu şiirle sar(s)mak… Şair Turgut Uyar’ın yaptıkları bunlardı. Ve kendi bildiği yolda yürüdü hep. Kavga etmedi. Didişmedi. Kendi şiiriyle dolu dolu yaşadı. Bir tel cambazının ağzından yazdığı şiirini şöyle bitirir:
‘’ Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yangelmişim dizboyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle döğüşemem
Siz ne derseniz deyiniz
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Ben tam dünyaya göre
Ben tam kendime göre
Ama sizin adınız ne

Benim dengemi bozmayınız’’

A. KOŞBAY

Elias Canetti - KÖRLEŞME




‘’Sabahın ilk soluk ışıkları, onu iş başında buldu. Saat altıda diz çökmüş, karanlığın koridor boyunca açılışını izlemekteydi. Karşı duvardaki leke, gerçek karakterine büründü. Kaynağı belirsiz gölgeler-insanların değil nesnelerin gölgesiydi bunlar,  ama hangi nesnelerin?-fayansların üstüne vurdu, tehlikeli ve saygısız tonda bir griye dönüştü ve Kien’in adını koyup da yeni başlayan sabahı kendine zehir etmek niyetinde olmadığı bir renge yaklaştı. Kien varlıklarını kabule yanaşmaksızın ve ilk önce nazik bir ifadeyle, gölgelerden ya çekilmelerini ya da başka bir renk almalarını rica etti. Gölgeler ne yapacaklarını kestirmeksizin durakladılar. Kien isteğinde direndi. Karşısındakilerin kendilerinden emin olmadıkları gözünden kaçmamıştı. Gölgelere bir ültimatom vermeye karar verdi ve bu ültimatomu dinlemedikleri takdirde, kendileriyle ilişkilerini keseceğini bildirdi. Elinde baskı yapmasını sağlayacak başka araçlar da vardı, bundan ötürü uyarıyordu gölgeleri; onların karşısında savunmasız değildi.’’

Gerçek nedir? Gerçekle bağ nasıl kopar? Koparsa ne olur? Bizim gerçeğimizle başkalarının gerçeği aynı mı?  Körleşme, adım adım gerçekten uzaklaşan, katı sınırlar çizdiği dünyasından çıkamayan daha doğrusu çıkmak istemeyen bilim adamı Peter Kien ekseninde bu sorulara yanıt arıyor. Kendi alanı sinolojide bir dahi olarak görülen Peter Kien, gündelik hayat içindeyse bir çocuk kadar bile deneyime sahip değildir. Üzerine titrediği kitaplarına, hizmetçisinin de büyük değer verdiğini zannederek onunla evlenir ve olaylar garip bir şekilde gelişir. Kafka’dan aşina olduğumuz tuhaflıklar roman boyunca devam eder. Karısı evden Kien’i attığında, Kien kendi evinden kovulduğunu düşünmez. Kendisi dışarı çıkarak karısını içerde bırakmış, karısını o evde yaşamaya mahkûm etmiştir. Çok sevdiği kitaplığını ise evde bırakmıştır ama kafasında yeni bir kitaplık kurmakta ve bu hayali kitaplığı her gittiği otele götürmekte ve hayali kitaplarını gerçek kese kâğıtlarına sarmaktadır. Hatta bu hayali kitaplar için gerçek bir yardımcı bile tutar. Bu yardımcı ise Kien’in durumundan yararlanmak isteyen bir açıkgöz, dolandırıcı bir tip olan Fischer(le)dir. Ama Fischer de bir anlamda gerçeklikten kopmuş biridir. O da kendi hayal dünyasında sık sık sanrılarıyla baş başadır. Tıpkı kendi gerçekliğinde hapsolmuş diğer karakterler gibi.

Elias Canetti kitabı el yazısıyla mı yazdı yoksa daktiloda mı yazdı bilmiyorum. Ama yazarken kaleminden ya da daktilosundan dumanlar çıktığını hayal ediyorum. Kitabı bitirdiğimde geriye hangi duygular, düşünceler kaldı? Kien’i ve yoluna çıkan diğer karakterleri adım adım izlerken yüzeysel baktığımızda olaylar komik, eğlendirici gibi gözükebilir.  Derine indiğimizdeyse -eğer biz de körleşmediysek- göreceğimiz tek şey büyük bir acı, yakıcı bir insanlık dramı olacak.

A. KOŞBAY