31 Aralık 2016 Cumartesi
Nermin Yıldırım - UNUTMA DERSLERİ
"Size öyle bir hikâye anlatacağım ki, anlatacaklarım bittiğinde, öğrendiklerinizin bir kısmını unutmak isteyeceksiniz. Heyhat, hepimiz unutmayı becerecek kadar şanslı değiliz. Bazen hayatınızda tüm taşların yerli yerine oturduğunu, ömrünüzün kalanını birbirine geçmiş Lego parçaları arasında sessiz sedasız tamamlayacağınızı düşünürsünüz. Bu, evvela güven ve huzur duymanızı sağlar, sonra da sıkıntı. Ben sıkıntı safhasındaydım."
"Filmdeki gibi, biri beynimin bir parçasını silecekse yahut kesip kenara koyacaksa, belki buna razı gelebilirdim. Fakat beyaz tahta önünde hayatımı analiz edip, neticelerinden uydurdukları aforizmalara inanmamı bekleyecek şarlatanların düzmece derslerine güvenecek kadar aptal değildim. Bilirsiniz, aptallığın ilk şartı, öyle olmadığınıza inanmanızdır."
İşte tam da altını çize çize okumak isteyebileceğiniz bir kitap. Bu kitapı okumaya başladığımda hayatımın büyük bir dönüm noktasındaydım ve kitap bana tesadüfen o dönemde geldi. Ve Nermin Yıldırım ile tanışmamı sağladı. Meğer biz kendisiyle aynı üniversitenin aynı fakültesinde okumuşuz. Her neyse kitaba dönmek gerekirse; Unutma Dersleri daha ilk sayfadan itibaren sizi alıyor Feribe'nin içinde bulunduğu haleti ruhiye ile kendi hayatınıza ait gerçekleri yüzünüze tokat gibi çarpıyor. Aşk, evlilik, sadakat gibi kolay kolay ahkam kesemeyeceğiniz, mahrem kalan sırlarınızı, bırakın başkasına, kendinize bile itiraf etmeye çekindiğiniz şeyleri, toplumun tabu olarak gördüklerini bir de başka bir açıdan görmenizi sağlıyor. Feribe aldatan bir kadın; eşini aldatan ama bunu yaptığı için suçlulukla karışık bir mutluluk duyan, bunu yaptığı için kendine kızmak yerine neden yaptığına dair cevaplar arayan bir kadın. Yani insan... Feribe'nin malum şahsı unutmak için Mazi İmha Merkezine gitmesi ve orda unutmak istediklerinden nasıl kurtulabileceğini öğrenmesi ile bitiyor kitap. Aslında konusunu anlatmak için yanıp tutuşuyorum ama siz de okuyun diye anlatmıyorum. Pişman olmayacağınız, sizi biraz sarsacak ve bittiğinde derin bir iç huzuru duyabileceğiniz nadir kitaplardan.
K.Özcan
John Steinbeck - İNCİ
2016 yılı kitap okuma hedefim 100 adet idi. Ancak bunun ne yazık
ki altında kaldım. Sahi mühim olan nicelik değil, niteliktir. Adetin
fazlalığından ziyade okunan kitaplardan alınan haz ve edinilen bilgiler daha
mühimdir. Hızla okuyup sayıyı arttırmak yerine, sindire sindire ve üzerinde
düşünerek okumak, okumayı daha anlamlı kılar. Zaman zaman “bir an önce bitsin,
hemen bitirmeliyim, 1 haftadır hala elimde…” diyerek bazı kitapları
orada, burada, şurada yalapşap okuyarak hakkını teslim etmediğim doğrudur. :S
Hep derim; her kitap, herhangi bir mekan ve zamanda, herhangi
bir yaşta okunmaya müsait değildir. Yolda, iş molalarında yani gürültünün,
stresin ve yorgunluğun yoğun olduğu anlarda okuduğumuz kitaplar bizi içinde
bulunduğumuz ortamlardan uzaklaştırmayı başarabilseler de, kitabın dünyasına
tam manasıyla girmemizi de sağlayamayabilirler. Bazı kitaplar okunurken sadece
kitapla başbaşa kalınması gerekir. En azından bu benim için böyle. Bu konuda,
sükûnet ve rahat bir ortam en temel ihtiyacımdır. Bundan sebep dikkatimin
sürekli dağıldığı ortamlarda okuduğum kitapların hakkını veremediğim yönünde
duyduğum vicdan azabı kitabı baştan okumama sebep olabilir.
Bu yılın finalini ABD’li yazar John Steinbeck’in İnci adlı
eseri ile yaptım. Bunu söylemeye utanıyorum ama; kitaplığımda senelerdir
duruyordu, bir türlü okumaya fırsatım olmamıştı. Oysa ki ön tanıtım, iç kapak
gibi alanlar için ayrılmış ilk 7 sayfayı saymazsak hepi-topu 89 sayfalık
incecik bir eser ve üstelik bir solukta bitiveriyor. Dün gece 2 saat
içinde bitiverdi. (89 sf için 2 saat uzun mu geldi, hayır cicim aslında bu
kitap için değil.) Bu arada bu 89 sayfalık eser bu yıl okuduğum 89. kitap
olmuş. Sayıların uyumunu severim. Tesadüften ziyade sanki evrenin bir
mesajıymış gibi gelir. :P :P :P
Romanımız Güney Amerika’nın La Paz kasabasında geçiyor.
Kahramanımız Meksikalı yoksul Kino’nun dünyanın en değerli ve en büyük incisi
olma özelliğini taşıyan inciyi bulması ile hayatındaki değişiklikleri konu alıyor.
İnci; hayalinde canlandırdığı zengin hayata kavuşmasını mı sağlayacak,
yoksa ona sahip olmak isteyenlerce eskisinden de kötü bir yaşama mı
sürükleyecek Kino’yu ve ailesini..? merakıyla çeviriyorsunuz yaprakları bir
bir…
Para nedir? Para her şey midir? Güç müdür? Mutluluk mudur?
Roman bu soruları sormuyor ama okurken kendimize bu soruları
sormamızı sağlıyor ve ver(eme)diğimiz cevaplarla bizi başbaşa bırakıyor. Mesela
bu sorulara benim cevabım “belki hepsidir, belki de hiç biri.” yönünde. Tam
anlamıyla cevap verebilmem için önce çok zengin olmam gerekiyor ki, :) aradaki
mukayeseyi bariz bir şekilde yapabileyim, öyle değil mi? :P Belki 2017’ye
milyoner olarak girerim ve yarın bu konudaki net cevabımı iletirim :) ha ne
dersiniz? Çeyrek biletim var elimde neticede veeeee o sihirli düşünce; “Ya Bana
Çıkarsa” :) :)
Neyse sulandırmayayım; romanda işlenen karakterler, masallarda
işlenen karakterler gibi; zenginler genellikle kötü ve zalim, fakirlerse
genellikle iyi ve masum olarak verilmiş. Sahi yazar bu konuda her iki tarafı da
eleştirmekten çekinmemiş. Ve iyiliğin de, kötülüğün de yalnızca bir tarafa
mahsus kalmadığını olay örgüsünün sonunda sunmuş.
Kitapta beni etkileyen bazı satır araları vardı ki,
bunlar; kültürümüzle de, İslamiyet inancı ile de benzeşiyordu. Örneğin; kitapta
geçen “bir şeyi çok istememeli insan! Tanrı’ya karşı gelmektir, bu!” yargısı
bunlardan bir tanesi. Buradan binlerce mil uzaklıktaki bir coğrafyada -Güney
Amerika’nın bir sahil kasabasında- bile din, dil, renk, ırk bakımından farklı
insanların da, bizdeki gibi benzer inançlarla kendilerini sınırlandırmaları
düşündürücüydü. Bu satırlarda kitaptan koptum; psikoloji, sosyoloji, tarih, din
ve inançlar üzerine benzerlikleri ve farklılıkları düşünürken buldum kendimi. O
yüzden incecik kitabı okumak 2 saatimi aldı.
İnci, yazarın Fareler ve
İnsanlar’dan sonra okuduğum 2. kitabıydı. J.Steinbeck hüzünü ve zorlu hayat
şartlarını işlemeyi seviyor. Belki de kendisi de zorlu bir hayat sürdüğü
içindir. MEB İlköğretim 100 Temel Eser arasında olan bu kitabı benim gibi 30
yaşınızda değil, daha erken bir yaşta okumanızı/ okutmanızı öneririm.
Okumak Harika Bir Eylemdir.
Esra K.K.
30 Aralık 2016 Cuma
Mark Haddon - SÜPER İYİ GÜNLER
Aslı’cığımın hediyesi bu harika kitap, Asperger Sendromlu bir
çocuğun gerçek hikayesini içeriyor. Kitabın diğer adı Christopher Boone’un
Sıradışı Hayatı.
Asperger Sendromu bir otizm çeşidi, ancak otizmden ayıran bazı
farklılıkları var.
Kitapta Christopher kendi yasadıklarını kaleme alıyor. Bunu
yazar Mark Haddon kurguluyor. 289 sf. fakat büyük puntolarla yazıldığından bir
solukta bitiyor, her ne kadar siz bitmesini istemeseniz de…
Kitap, adı gibi sıradışı bir hikaye içeriyor. İlk sayfalardan
Christopher’ın hikayesi merak duygunuzu harekete geçirmeyi başardığından
elinizden bırakmak istemeyeceksiniz. Hikayenin akıcılığından duyacağınız hazzın
yanısıra Asperger Sendromu, otizm ve otizmli çocuklar hakkında öğrenecekleriniz
de sizi oldukça şaşırtacak.
Kabul edelim, ülkemizde otizmin ne olduğu ne yazık ki pek
bilinmemekte. Üstelik ülkemizde her 68 çocuktan biri otistik özellikler taşıyor
olmasına karşın, toplumda bilinirliği az. İtiraf etmeliyim ki; ben de bu konuda
fazla bilgiye sahip değildim. Ancak kitabı okumadan evvel otızm ve çeşitleri
hakkında internetten biraz araştırma yaptım. Otizm bizlerin bildiği gibi tam
anlamıyla bir zeka geriliği değil! Sadece onların beyin hücreleri biraz farklı
çalışmakta. Hücreler arasında mesaj taşıyan kimyasal ileticilerin eksiklik ya
da fazlalık göstermesi halinde otizm oluşabiliyor. Bazen de kalıtımsal
sebeplerle otizmli olunabiliyor. Erkek çocuklarda, kız çocuklara göre 4 kat
fazla oranda rastlanıyor. Otizmli çocuklarda görülen yaygın davranışlar
genellikle sallanmak, dönen nesnelere ilgi duymak, herhangi bir hususta (renk,
şekil, biçim…vb.) takıntılı davranmak, göz teması kuramamak, gözlerin sabit bir
noktaya dalması şeklinde görülüyor. Otizmin bilinen tek çaresi, erken tanı ve
haftada 20 saat yoğun özel bir eğitim.
Christopher gibi özel bir eğitim alan otizmli bir çocuk belki de
ileride bir dahi olabilir. Öyle ki çoğumuzun çözemeyeceği matematik sorularını
Christopher aldığı eğitim sayesinde çözebilmekte. Çoğumuzun bakamadığı bakış
açısı ile çevreyi gözlemleyip, analiz edebilme yetisi gelişmiş düzeyde. Ve
hepimizin zaman içinde kaybettiği dürüstlük, samimiyet, her ne koşulda olursa
olsun doğruyu söyleme arzusu onda hep canlı.
Christopher’ın hikayesi beni ilk ve ortaokul yıllarıma
(1992-99) götürdü. Kızkardeşim Seda’nin sınıfındaki Eda’yı anımsadım. O da bir
çeşit otizmliydi. Tabi biz bunun ne demek olduğunu o zamanlar bilmiyorduk.
Seda, “abla Derya’nın bile yapamadıklarını Eda hemen yapabiliyor, hatta
öğretmenin çözemediğini Eda çözdü! Eda aslında çok zeki.” deyişini hatırladım.
Nasıl yani Eda mı çözdü? diye her gün Eda ile ilgili duyduklarım karşısında
hayli şaşırdığım yıllardı. Biz Eda’yı pek tanımadığımız gibi, otizme de oldukça
yabancıydık. Oysa Eda da tıpkı Christopher gibi yalnızca motor becerileri
konusunda yeteneksizdi ama sayısal ve sözel tüm derslerde diğer öğrencilerden
daha başarılı bile denilebilirdi. Annesinin onu kaç yaşında olursa olsun her
gün okula getirip götürmesi ve yaz-kış demeden yıllarca tüm gün okulun
bahçesinde beklemesi, Eda’nın oyunlardaki başarısızlığı, biz diğer çocuklarda
onun zeka engelli olduğu izlenimini oluşturmaktaydı. Oysa biz de,
ebeveynlerimiz de, öğretmenlerimiz de yıllarca yanılmış olduğumuzu bilmeden
yaşadık. Oyunlara hiç katılmayan (daha doğrusu arkadaşlarınca çoğunlukla alınmayan),
sıklıkla tuvaletini altına kaçıran Eda’nın, herkesi uzaktan izleyişi kimbilir o
minicik yüreğinde ne fırtınalar koparıyordu. Dönemin Türkiye’sinde ona uygun
olmayan sıradan bir devlet okulunda eğitim görmeye çalışıyordu, şimdilerde
25-26 yaşlarında olmalı ve onun nasıl bir yaşamı olduğu hakkında hiçbir fikrim
yok. Dilerim ülkemizde bu özel çocuklar için daha fazla olanak sunulabilir,
onların yeteneklerine göre düzenlenmiş özel okullarda onların becerilerine
uygun özel müfredatlar programlanabilir. Aileler maddi ve manevi daha fazla
destek alabilirler. Topluma sadece 2 Nisan Otizm Farkındalık Günü ile sınırlı
kalınmayarak farklı gün ve tarihlerde de kısa kısa hatırlatmalar yapılarak
hafızalar güçlendirilebilir. Tabi ki yalnızca bu hususta değil, diğer engelliler
(bedensel, zihinsel) hakkında da aynı yönde temennim var.
Bazı kitapları okumanın bir yaşı, bir vakti olur. Her kitap
herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde ve herhangi bir yaşta okunmaya uygun
değildir. Ancak bu kitabı okumanın bir yaşı ya da zamanı yok. Ne kadar erken
tanışırsanız o kadar iyi. Mutlaka ama mutlaka küçük-büyük herkesin okuması
gerekliliği kanısındayım.
Bu arada hikayemiz Whitbread 2003 Yılın Romanı ve Yılın Kitabı
Ödülü’ne sahip.
Yorumumu Christopher’ın totemi ile sonlandırıyorum, o der ki; “4
kırmızı araba iyi günler, 5 kırmızı araba süper iyi günler demektir.”
Herkese Süper İyi Günler Dilerim. ☺
Okumak Harika Bir Eylemdir.
Esra K.K.
28 Aralık 2016 Çarşamba
Jacques Monod - RASTLANTI ve ZORUNLULUK
’
Benim gözümde biyosfer, şu elimde tuttuğum taşı oluşturan özel atom dizilişi
her ne kadar öngörülemez ise, ne daha az ne daha çok öngörülebilir değildir.’’
‘’Teoriye
göre, bu nesnenin var olma gibi bir ödevi yoktur; ama buna hakkı vardır.’’
‘’
Taş söz konusu olunca bu bizim için yeterli oluyor; ama kendimize sıra gelince,
yeterli gelmiyor. Kendimize gelince, zorunlu, kaçınılmaz ve tüm zamanlar
boyunca beklenmiş olmak istiyoruz. Tüm dinler, nerdeyse tüm felsefeler, hatta
bilimin bir kısmı, insanlığın, kendi var olmasının zorunlu olmaması durumunun
yarattığı çaresizliğe karşı gösterdiği bitmek bilmeyen üstün çabasının
tanıklarıdır.’’
Varlığımızın doğadaki rastlantıların bir toplamı olduğu
gerçeği bizi rahatsız edebilir. Bunu bilmek hayatta bir amacımızın olmasına,
ideallere sahip olmamıza engel değil.
Bütün canlı yaşam nesilden nesile aktarılan yararlı
mutasyonların ve genetik transferlerin ürünüdür. Bizi genetik olarak diğer
canlılardan ayıran fark çok az. Bu çok küçük fark bile kültürel bir
(d)evrime sebep oluyor.
Proteinlerin yapısından, nükleik asitlere canlıların
yapıtaşlarını Jacques Monod’un kaleminden okumaktan keyif aldığımı
belirtmeliyim.1970 yılında ilk basımı yapılan kitap moleküler biyolojinin ve
biyoloji felsefesinin de temel eserlerinden. Moleküler biyolojinin
gözünden insana bakmak için Rastlantı ve Zorunluluk
iyi bir başlangıç…
A. Koşbay
A. Koşbay
Jared Diamond - TÜFEK, MİKROP ve ÇELİK
‘’ Herhalde Yali o parlak gözlerini dikip
sorgular gibi bana baktığında kafasından bunlar geçiyordu:’’ Neden siz
beyazların bu kadar çok kargosu var, bunları Yeni Gine’ye neden getirdiniz ve
biz siyahların kendi kargosu neden bu kadar az?’’
Uygarlık
tarihini kalıplardan arınmış, bambaşka bir yorumla okumak isteyenler için
kapsamlı bir başvuru kaynağı. Tarih okumaktan gerçekten keyif alabileceğiniz
kitaplardan.
Kâğıt,
pusula, matbaa, yazının icadı, tarım, zanaatlar, felsefe, bilim, sanat…
Uygarlık tarihi hep Asya ve Avrupa’nın tarihi oldu çok çok uzun yıllar boyunca.
Avrupalı kâşifler Amerika’yı keşfettiler. Tüfekleri, Mikropları ve
Çelikleriyle; Yeni Dünyayı fethettiler. Peki, tersi neden olmadı? Amerika’nın
yerlileri neden Avrasya’yı keşfe çıkmadılar? Avrasyalılar çok mu
zekiydiler, çok mu cesurdular yoksa
sadece şanslılar mıydı?
Stratejlerin
dediği gibi; ‘’Coğrafya tarihi belirler.’’
A.Koşbay
Peter Atkins - EVRENİ YÖNETEN DÖRT YASA
‘’Hepimiz enerjisinin kendiliğinden kayboluşuyla
geçiniriz ve yaşadıkça da çevreye düzensizlik yayarız: Çevremiz olmasa yaşamayı
sürdüremezdik. John Donne; Carnot, Joule, Kelvin ve Clausisus’tan iki yüzyıl
önce, on yedinci meditasyonunda, hiç kimse bir ada değildir diye yazdığı zaman,
farkında olmayarak ikinci yasanın bir versiyonunu dile getiriyordu.’’
Bilimle ilgili kitapların okuma oranları
ülkemizde iyi bir seviyede değil maalesef. Bilime yeterince ilgi gösterildiğini
söylemek mümkün değil. Bu bilim dergilerinin azlığından ve haberlerimizde kırk
yılda bir gösterilen NASA’nın gönderdiği bir uzay aracından başka bilim ve
teknoloji ile ilgili pek bir şey duymamamızdan da belli oluyor.
Bir bilim okuru olmak için belki de
öncelikle bilim kitaplarının teknik bir dille yazıldığı ve anlayamayacağımız
önyargısından kurtulmamız gerekiyor. Popüler bilim kitapları hemen her yaştan
ve her kültür seviyesinden okura hitap edebiliyor.
Evreni Yöneten Dört Yasa; lisedeki kimya
derslerinden anımsayabileceğiniz termodinamik yasalarını örnekler ve şekillerle
açık, anlaşılır, akıcı bir şekilde anlatıyor. Isı ve sıcaklığın aynı şey
olmadığını, enerji, iş, verim gibi kavramların tam olarak ne ifade ettiğini
kavrıyorsunuz.
İnsan, doğayı şekillendirebilen, yönetebilen
ama aynı zamanda da doğaya bağımlı, doğanın ayrılmaz bir parçası. Doğayı
tanımak, anlamak hayata farklı bir gözle bakmamızı sağlayacak.
A. Koşbay
A. Koşbay
Albert Camus - SİSİFOS SÖYLENİ
İntihar… Ne soğuk kelime…
İntihar… Vazgeçiş ile cesaretin buluştuğu an.
İntihar… Yaşamın yaşanmaya değip değmediği düşüncesi…
1957 Nobel Edebiyat Ödüllü Albert Camus’un Sisifos Söyleni adlı
yapıtı felsefi deneme kitabıdır. Adını Yunan mitolojisinden almaktadır.
İncecik bir kitap olmasına rağmen, okumakta yorumlamakta
açıkçası pek de kolay olmayan bir kitap. Okumayı güçleştiren biraz da,
A.Camus’un derin felsefi düşüncelerini yansıtmakta çok da başarılı olamayan
Tahsin Yücel’in çevirisi. Aslında çevirmene haksızlık etmemeli; sonuçta felsefi
bir kitap ve kitaptaki düşüncenin özünü, kelime ve anlam bakımından her ne
kadar oldukça zengin bir dil olsa da Türkçe’mizin karşılayamıyor olduğu
da bir gerçek. Ve şu da var; felsefenin de şiir gibi, ancak yazıldığı
dilde anlatılmak isteneni karşıladığı görüşündeyim.
Kitabı okurken başka bir boyuta geçecek ve kendinizi hayatı/
yaşamı, geleceği ve geçmişi sorgularken bulacaksınız. Her satırı derin derin
düşünün ve sessiz bir ortamda kendinizle başbaşayken okumanız naçizane
tavsiyemdir. Hatta öncesinde de A.Camus’un Yabancı adlı kitabını da
okumanızı tavsiye ederim.
Bazı kitaplar vardır; özü de özeti de anlatılamaz. Bu nedenle
kitaptan birkaç alıntıyla içeriğine değinmek daha yerinde olacaktır:
“Yaşama nedeni denen şey, aynı zaman da ölme nedenidir de.”
“Tanrılar, Sisifos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine
kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkum etmişlerdi; Sisifos kayayı tepeye kadar
getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep.
Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o
kadar haksız da sayılmazlardı.”
“Bir insan yaşamının yarısı söylenmeyeni anlamakla, başını
çevirmekle, susmakla geçer.”
“İnsan yüreğinin yalnızca kendini ezeni yazgı diye adlandırmak
gibi kötü bir eğilimi vardır."
Okumak Harika Bir Eylemdir.
Esra K.K.
20 Aralık 2016 Salı
Yakup Kadri Karaosmanoğlu- YABAN
"Ne bu zırhlılardan, ne bu ordudan, ne sokak başlarındaki bu makineli tüfeklerden korkuyorum.Beni korkutan şey, kendi aramızdaki anlaşmazlıklar, kendi aramızdaki nifaklardır. Bizi asıl bu mahvedecek."
Böyle bir cümle geçiyor Yaban'da. İçinde bulunduğumuz günleri bu kadar güzel özetleyemezdi. Demek ki biz millet olarak eskiden de böyleydik. Kitap 1932 basımı; Kurtuluş Savaşı günlerinde Ankara yakınlarındaki bir köyde geçiyor. Gazi olduğu savaşta kolunun birini kaybederek bu Anadolu köyüne, kendisinden kaçmaya gelen Ahmet Celal'in Türk köylüsü ile arasındaki uçurumu, savaş karşısındaki tutumlarını gördüğünüzde daha doğrusu okuduğunuzda sizin de bir yandan aklınıza günümüz insanı gelecek. Romanı tam da bu zamanlarda okumak en iyisi aslında çünkü ben en son lisede iken okumuştum. Belki bir görev bilinci ya da ödev sorumluluğunda okuduğumdan bu kadar özümseyememiştim. Romanın konusunu anlatıp siz de bu güzel eserden mahrum etmek istemem. Yalnızca bize ilk okuldan bu yana öğretilen topyekün savaş söylemlerinin aslında köy yaşamı ve köylü gözünde nasıl algılandığını ve yerlere göklere sığdıramadığımız Türk köylüsünün savaş karşısındaki tutumunu okuduğunuzda sizin de kafanızda bir soru işareti belirecek...
K.Özcan
Herman Melville - MOBY DICK
Yazar: Herman
Melville
Çevirmen:
Sabahattin Eyüboğlu-Mina Urgan
Yayınevi : Yapı
Kredi Yayınları , Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi
‘’ Ah
Starbuck! Sırtımda taşıdığım yükün altında ezilirken, bir
de şu zavallı bacağımın koparılması olacak şey mi? Öf! Çekin
şu kır saçları gözlerimin önünden; ağlar gibi oluyorum bu
saçlarla. Olsa olsa bir kül yığınından çıkabilir böylesine
ağarmış saçlar. Ben çok mu yaşlı görünüyorum, Starbuck? Çok
çok mu yaşlı? Ayakta duramayacak kadar bitkin, beli bükülmüş,
kamburu çıkmış görüyorum kendimi. Cennetten kovulduğundan beri
geçen yüzyılları sırtında taşıyan Âdem baba gibi
sendeliyorum yükümün altında. Tanrım! Tanrım! Yar artık şu
yüreği! Del artık beynimin teknesini! Maskaralık, maskaralık!
Acı bir alay bu kır saçlar! Hangi sevinçleri tattım da ağardı
bu saçlar? Neden böylesine yaşlanmış görünüyorum, böylesine
yaşlanmış buluyorum kendimi? Yaklaş! Yanıma gel, Starbuck. Bir
insan gözüne baksın gözlerim. Denizi, gökleri seyretmekten daha
güzel, Tanrıyı görmekten daha güzel, bir insan gözüne bakmak.
Yeşil topraklara yemin! Pırıl pırıl ocak başlarına yemin!
Büyülü bir aynadır insan gözleri. Karımı görüyorum, çocuğumu
görüyorum senin gözlerinin içinde. Hayır, hayır, sen benimle
gelme, sen hep gemide kal! Gemide kal! Lanetli Ahab, , Moby Dick’in
ardına düştüğü zaman, indirme sandalını denize. Sen uzak dur
tehlikeden. Hayır, hayır sen gelme! Gözünde gördüğüm ocak
başı, dursun yerli yerinde!’’
İntikam
duygusunun benliğini kasıp kavurduğu, fiziksel engelinin ve
yaşlanmanın pençesinde manevi işkenceler içinde kıvranan Kaptan
Ahab ve yanında bilinmeze doğru sürüklediği mürettebatı,
balina avcılarının korkulu rüyası devasa beyaz balina Moby
Dick’in peşinde.
Moby
Dick; çok defa çocuk kitapları serilerinde basılmış, fazlasıyla
sadeleştirilerek okurlara sunulmuş. Yapı Kredi Yayınlarının bu
baskısı tam metni kapsıyor. Kitabın çevirisini de çok
beğendiğimi belirtmeliyim.
Kitabın
içinde bir yandan Kaptan Ahab’ın yönetimindeki Pequod balina
gemisinin seferinin öyküsünü okurken, kitabın bazı bölümlerinde
de balinalarla ilgili epeyce bilgi ediniyorsunuz. Bazı okuyucuların
balinalarla ilgili bilgi veren bu bölümleri atladığı bir gerçek.
Bütün bölümleri okuyan bir okur olarak şunu söyleyebilirim: Bu
bölümler öyküdeki akışı kesiyor gibi görünse de yazarın
didaktik olmayan bir üslupla kuzey ve güney balinalarının
kafalarını anatomik olarak karşılaştırdığı bölüm ve
ispermeçet balinasının alnının görünüşüne dayanarak onda
bir ‘’deha damgası’’ olduğunu söylediği bölüm ilgi
çekiciydi.
Kitabın
sadece denizde geçen bir macera romanı olarak tanımlanmasını bir
haksızlık olarak görüyorum. Kitabın film uyarlamaları da birer
macera filmi olmaktan öteye geçmemişlerdir. Nefret ve intikam
duygularının aklı, mantığı nasıl esir aldığını, akıl
doğruyu fısıldasa da nasıl duymazdan gelindiğini Eski Ahitten
dinsel göndermelerle işleyen Moby Dick ve yazarı Herman Melville
hak ettiği üne de oldukça geç kavuşmuştur.
Konfüçyüs’ün
dediği gibi:‘’ İntikam yolculuğuna çıkacaksan, kendin için
de bir mezar kaz.’’
A.Koşbay
Thomas Mann - VENEDİK’TE ÖLÜM
Yazar: Thomas
Mann
Çevirmen: Behçet
Necatigil
Yayınevi : Can
Yayınları , Modern Klasikler Dizisi
‘’Bu
gülümsemeyi bulan Aschenbach, onu tehlikeli bir armağan gibi alıp
yürüdü. O kadar altüst olmuştu ki, taraçanın ve parterin
ışığından kaçmak, hızlı adımlarla arkadaki parkın
karanlığına sığınmak zorunda kaldı. Hem garip bir şekilde
öfkeli hem de müşfik azarlamalarının önüne geçemiyordu: ‘’
Böyle gülmen doğru değil, Tadzio! Dinle beni, hiç kimseye bu
şekilde gülmek doğru değil!’’ Kendini parktaki kanepelerden
birine attı, bitkilerin gecedeki kokusunu, kendinden geçmiş içine
çekti. Arkasına yaslanmış, kollarını sarkıtmış, yenik düşmüş
ve kat kat ürperişlerle sarılı, özlemin burada yersiz, saçma,
ayıp, gülünç, ama yine de kutsal, henüz burada da saygıya değer
formülünü fısıldadı: ’Seni seviyorum!’’
Buddenbrooklar,
Büyülü Dağ, Doktor Faustus gibi hacimli büyük romanların
yazarı Thomas Mann’ın uzun öyküsü Venedik’te Ölüm; aşk,
ölüm, sanatın açmazları temalarını işliyor. Sanat nedir?,
sanatçı kimdir? , sanatçının sanat anlayışı ve kişiliği
üzerine sorgulamalar, toplum kurallarını, yerleşik değer
yargılarını hiçe sayan platonik bir aşk, yaşam ve ölüm
ikilemi bu öyküde yer buluyor.
Venedik’te Ölüm,
İtalyan Yönetmen Luchino Visconti tarafından sinemaya da
uyarlandı. Filmde başrol oyuncusu Dirk Bogarde’ın performansının
oldukça etkileyici olduğunu belirtmeliyim. Sinemadaki pek çok
edebiyat uyarlaması eserin ruhunu yakalamaktan uzak olsa da
Visconti’nin bu uyarlaması oldukça başarılı. Hatta kitabı
ikince kez okuduğumda Aschenbach’ın görüntüsü olarak zihnimde
Dirk Bogarde belirdi. Bu arada Gabriel Garcia
Marquez’in uzun bir süre eserlerinin sinemaya uyarlanmasına karşı
çıktığını, gerekçe olarak da okurun zihninde sinema
uyarlamasından görüntülerle kitabı eşleştireceği, bunun da
kendisini rahatsız ettiğini açıkladığını hatırladım. Kitabı
okumadıysanız ve filmi izlemediyseniz ilk olarak kitabı okumanızı
öneririm.
Yazar
Aschenbach’ın izinde Venedik sokaklarında dolaşıp kayboluyor,
salgın bir hastalığın kol gezdiği kentte ölümden kaçıp
kurtulmak ve ölüme teslim olmak arasında gidip gelen kahramanı
sarsmak ve ona şöyle demek istiyorsunuz: ’Daha fazla kalma artık
bu kentte. Bavulunu topla ve git!’’
A. Koşbay
A. Koşbay
13 Aralık 2016 Salı
Mihail Bulgakov - GENÇ BİR DOKTORUN ANILARI
Yazar:
Mihail Bulgakov
Çevirmen:
Tuğba Bolat
Yayınevi
: İş Bankası Kültür Yayınları , Modern Klasikler
‘’Hemen sonra kıdemli ebe-anlaşılan epey tecrübeliydi-sağlık memurunun
üzerine atılıp elindeki kancayı aldı, bu arada da dişlerini sıkarak: ‘’ Siz
devam edin doktor, dedi.’’
Sağlık memuru bir çarpma sesiyle yere düştü, bir yerini vurdu, fakat
biz hiç oralı olmadık. Neşteri kızın soluk borusuna sapladım, sonra açtığım
boşluğa gümüş bir boru yerleştirdim. Boru güzelce yerine oturdu, ancak Lidka
hâlâ hareketsiz yatıyordu. Hava olması gerektiği gibi boğazından geçmiyordu.
Derin bir nefes alıp şöyle bir durdum. Artık yapacak hiçbir şeyim yoktu. Tıp
Fakültesine girmemin düşüncesizlik olduğunu itiraf etmek, birilerinden af
dilemek istiyordu canım. Etrafta sessizlik hâkimdi. Lidka’nın morardığını
gördüm. Artık her şeyi bırakıp ağlamak istiyordum ki Lidka birden şiddetle
silkindi, borunun içinden oluk oluk tiksindirici pıhtılar çıktı ve hava bir
ıslık sesiyle boğazına girdi. Ardından kız nefes aldı ve böğürmeye başladı. O
an sağlık memuru benzi atmış ve terli bir şekilde tekrar ayağa kalktı, dehşetle
aval aval kızın boğazına baktı ve dikiş atmama yardım etti.
Gözlerimin önünü bürüyen ter damlaları arasından rüyada gibi ebelerin
mutlu yüzlerini gördüm. İçlerinden biri, ‘’Harika bir ameliyat
gerçekleştirdiniz doktor, ‘’ dedi.
Asıl mesleği doktorluk olan Mihail Bulgakov, diğer kitaplarından farklı
olarak realist bir üslupla doktorluk anılarını, geçmişte tanık olduğu acıları
aktarıyor okurlarına Genç Bir Doktorun Anılarında.
1915’te Tıp Fakültesinden mezun
olduktan sonra o yılların Rusya’sında ücra köy ve kasabalara götürüyor bizi
genç doktor Bulgakov’un izinden.
Tıp Fakültesinden yeni mezun olmuş, tecrübesiz genç bir doktor, bir yandan büyük
bir özveriyle hastalarıyla ilgilenirken bir yandan da acımasız doğa koşulları,
cehalet ve yoksulluk karşısında mücadele veriyor.
Bulgakov’un kalem tutan eli bu
anılarda kalplerimize değiyor.
Keyifli okumalar…
A.Koşbay
Mihail Bulgakov - USTA İLE MARGARİTA
Yazar:
Mihail Bulgakov
Çevirmen: Aydın Emeç
Yayınevi: İşbankası, Modern Klasikler
‘’İvan öfkeyle kapıyı
gösteriyordu. Ziyaretçinin dudakları acıyla kıvrıldı. Bulutlar arasında
koşarcasına ilerleyen aya bakıp,’’ Gerçeğe sırtımızı dönmemeliyiz,’’ dedi. ‘’
Ne yalan söylemeli, siz de ben de deliyiz! Görmüyor musunuz, sizi ne hale
soktu? Aklınızı kaçırdınız. Tabii, tam onun dişine göre olduğunuz da bir
gerçek. Bana anlattığınız olay gerçekten oldu, tartışılmaz bir şey bu. Ama bu
öylesine olağanüstü ki, dahi bir psikiyatr olan Stravinski bile size inanmadı.
Hem kendisi gördü mü sizi? (İvan başını salladı.) Patriarşiye Göleti Parkı’nda
konuştuğunuz adam Pontius Pilatus’un yanındaydı, Kant’la da kahvaltı etti,
şimdi de Moskova’yı ziyaret ediyor.’’
Rus Edebiyatı denince akla ilk olarak Puşkin, Dostoyevski,
Tolstoy, Gogol gibi yazarlar gelir. Bu dev yazarların dev eserleri vardır. Bir
de bu yazarların gölgesinde kalmış, Bulgakov gibi, kendi özgün sesi olan
yazarlar vardır. Bir orkestranın gürültüsü içinde kaybolmuş, naif bir arp sesi
gibi…
Roma İmparatorluğunda bir vali: Pontius Pilatus
Akıl hastanesine kapatılan bir şair: İvan Nikolayeviç
Bir tiyatro sahnesi… Esrarengiz bir sihirbaz ve tuhaf
yardımcıları. Sahnedeki bedava son moda kıyafetlere, ayakkabılara, çantalara
hücum eden seyirciler. Havada uçuşan tomarla para… Gösteri sonrasıysa Moskova
sokaklarında müthiş bir karmaşa.
Hayattan istediği sadece iki şey- biricik aşkı Margarita ile
bir arada olmak ve romanını bitirmek- olan Usta.
Ve diğerleri…
İyi ve kötü kavramlarını edebiyat, felsefe ve sanatın diğer
disiplinleri hep tartışmıştır. Usta İle Margarita bu tartışmaya kara mizahın ve
biraz da fantastik edebiyatın öğelerini kullanarak yeni bir soluk getiriyor.
Bulgakov ’un gözünden İnsanlık Durumuna farklı bir bakış.
Keyifli okumalar…
A. Koşbay
Mihail Bulgakov - KÖPEK KALBİ
Yazar: Mihail Bulgakov
Çevirmen: Mustafa Yılmaz
Yayınevi: İşbankası, Modern Klasikler
‘’Aklınızı
mı kaçırdınız?’’ diye sordu Filip Filipoviç. ‘’ Neden dışarı çıkmıyorsunuz?’’
Şarikov
üzüntü ve korkuyla baktı arkasına ve cevap verdi: ‘’ Kilitli kaldım!’’
‘’E
açın o zaman! Hiç mi kilit görmediniz?’’
‘’
Açılmıyor ki lanet olası.’’ dedi Poligraf korkuyla.
‘’
Hey Tanrım! Emniyeti indirmiş!’’ diye bağırdı Zina ellerini iki yana açarak.
‘’
Orada küçük bir düğme var,’’ diye bağırdı Filip Filipoviç suyun sesini
bastırmaya çalışarak, ‘’ Onu aşağı indirin… Aşağı indirin! Aşağı!’’
Şarikov
gözden kayboldu. Bir dakika sonra tekrar belirdi pencerede.
‘’
İt iti görmez bu karanlıkta.’’ diye korku içinde havladı pencereye doğru.
‘’
Işığı yakın o zaman! İyice çıldırdı!’’
‘’Azman
kedi kırdı lanet olasıca lambayı, ‘’ dedi Şarikov.’’ Ayaklarından yakalamaya
çalıştım alçağı, bu sırada yanlışlıkla musluğu çevirmişim. Şimdi bulamıyorum.’’
Dışarıdaki
üçlünün elleri iki yana açıldı. Öylece donup kaldılar.’’
İnsanın sadık dostu olarak tanımlanan köpek, bir insana
dönüşürse ne olur?
Kitabın kahramanlarından Doktor Bormental şöyle
diyordu:’’ Şimdi sokaktan geçerken karşıma çıkan köpeklere saklı bir
dehşetle bakıyorum. Tanrı bilir beyinlerinde ne gizlendiğini.’’
Rus Edebiyatının özgün sesi Bulgakov’dan eğlenceli, zeki
yergilerle örülmüş bir kitap. Alt başlığı Korkunç
Bir Öykü olan Köpek Kalbi, köpek Şarik’in insan Şarikov’a dönüşüm
sürecini konu alıyor. Yazar Sovyet Rejimine karşı sert eleştirilerini mizahi
bir dille bu eğlenceli öykü içerisinde anlatıyor. Burjuva değerleri ile
Sovyet rejiminin değerleri arasındaki çatışmaları, çelişkileri kendine özgü
mizahi üslubuyla veriyor.
Bol diyalogun olduğu öykü çok rahat okunuyor. Akıcı bir
dille yazılmış. Kitabı okurken insana özgü duygu, düşünce ve davranışların
hayvanların dünyasından ne kadar farklı olduğunu bir kere daha anlıyor, ama bu
farkların iyiye doğru mu yoksa kötüye doğru mu evrildiğini düşünmekten
kendinizi alamıyorsunuz.
Daha önce hiç Mihail Bulgakov okumadıysanız Köpek Kalbi iyi bir
başlangıç.
Keyifli Okumalar…
A.Koşbay
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)