29 Ocak 2017 Pazar

Osman Şahin - KOLLARI BAĞLI DOĞAN



“Kolları Bağlı Doğan’da yer alan öykülerde, 650.000’den fazla insanın sorgulandığı, gözaltı sürelerinin 3 aya çıkarıldığı, 30.000’den fazla insanın, Şeyh Bedrettin’in, “Zulüm olan yerden göçülür,” sözünü anımsatırcasına yurtdışına kaçtığı, ailelerin parçalandığı, 48 kişinin idam edildiği, insanlık onurunun ayaklar altına alındığı, ağır suçların işlendiği 12 Eylül döneminin zulüm ve işkenceleri anlatılıyor. 12 Eylül faşizminin sınıfsal niteliğine de bir eleştiri getiren bu öyküler, yalnızca ülkemizin değil, dünya hapishane yazınının da en canlı, en seçkin  örnekleri arasında yer alıyor. Bir eleştiri yazısı yüzünden İstanbul 3 Numaralı Askeri Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanarak 18 aya mahkum edilen Osman Şahin’in hapisteyken gördükleri, yaşadıkları, duydukları… İnsanın özüne yönelik, ağır, sarsıcı öyküler. Unutamayacaksınız.”



Kitap, Osman Şahin’in “Bütün Öyküler” serisinin 4.ve son, benimse okuduğum ilk kitabı. Kitapta –yaşanmış- 11 öykü yer alıyor;

§  Kolları Bağlı Doğan,
§  Güneşi Kazanmak,
§  Muvakkat Koğuşu,
§  Sevk,
§  Şifreli Öter Keklikler,
§  Voltalar,
§  Karadenizli Albay,
§  Parçala Niyazi,
§  Memedi Lezgo,
§  Ölüm Çiçeği Eno,
§  Cezaevi Üstünde Gökyüzü


Hikayelerin her biri ayrı ayrı iç parçalayıcı; okurken her yerinize iğne, hatta bıçak sokuyorlar gibi… Çünkü bir yazarın hayal dünyasını değil, hayatın ta içinden yakın tarihimizden gerçek, yaşam öyküleri okuduklarınız…… “İnsan bunca acıya karşı nasıl direnebiliyor?” diyorsunuz, daha önemlisi “insan, insana (devlet, vatandaşına) tüm bunları nasıl yapabilir?” okurken en çok sorduğunuz soru olacak... En çok etkilendiğim öykü kitabın da adını oluşturan Kolları Bağlı Doğan ve devamında Güneşi Kazanmak, Şifreli Öter Keklikler, Memedi Lezgo, Ölüm Çiçeği Eno oldu.

Cevabını kimsenin net bir şekilde veremediği “çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” diye bir soru vardır ya; bu kitapla birlikte çok ilginç bir olayı da öğrenmiş oldum. Bunun üzerine bir kez daha gezip görmek öğrenmenin temelini oluşturmuyormuş demek ki yönünde oldu kanaatim.

Kent yaşamına ne kadar aşinaysam, kırsal (köy, kasaba) yaşama da bir o kadar aşinayımdır; küçükken köyde ısrarla kime sorduysam alamadığım cevabı bu kitapla ancak bu yaşımda öğrendim. (Cevabını alamayınca sormaktan vazgeçmiş, hatta bır daha da üzerinde düşünmemiş olduğumu fark ettim. Kabul her şeyi didik didik didikleyen bazen itici bir çocuktum, o yüzden sorularım hep cevapsız kalırdı, cevap veremezler ya da cevaplanması güç şeyler sorardım; bunu sorularıma “sus bakiiimm, ayıp!” diye aldığım yanıtlardan anlardım. Böyle böyle soru sormayı unuttum. Hayatımıza internet girince de aklıma takılan bir şey olduğunda ilk kapısını çaldığım Google Amca oldu, sağolsun, bana her şeyi bir bir anlatır. ) Öğrendiğim şey karşısında kalakaldım, yok canım herhalde yanlış anlamış olmalıyım deyıp tekrar okudum ama aynı anlama ulaştım. Bunun üzerine netten doğru mu diye araştırdım, doğru olduğunu gördüm ve inanılmaz şaşırdım.  Bu yaşıma kadar bilmiyordum açıkçası. Bazı bilgilere sahip olmak için yaşanmışlık, görmüşlük gerekir her şey kitaplardan öğrenilemez derler ya; elbette bu da (gezmek&görmek) gerekli ama bir şey hakkında görerek, bir yer hakkında gezerek bilgi sahibi olamayız; bu hem maddi hem de zamansal bir imkana bağlı ama birçok şey hakkında okuyarak bilgi sahibi olabiliriz, evet bunun için de zamana ihtiyacımız olduğu doğru, “zaman yok” demeyin, facebookta fotoğraf bakacağınız zamanı e-kitap okumayı, en azından internete her girdiğinizde BIRODAKITAP adlı bloğumuzu da ziyaret etmeyi alışkanlık haline getirmenizi teklif ediyoru(z)m ama ısrar etmiyoru(z)m. 

Neyi öğrendiğime gelirsek; öküz doğulmadığını, öküz olunduğunu! Bir boğanın nasıl öküze dönüştürüldüğünü... İnsan ırkı bencil emelleri uğruna tarihinde kendi (insanlık) sıfatlarını unutarak, şeytandan da öte iğrenç bir mahlukat yolunda yol katetmiş ve ne yazık ki hala da etmekte… Dünya yaratıldığından bu yana insanlığın en büyük sorunu insan olamaması olsa gerek! Boğanın öküze dönüştürülerek çift sürme işlerinde kullanılması için cinsel organı kesilmekteymiş, bu esnada hayvancagız o kadar büyük bir acı çekermiş ki; inleyişinden dağlar yankılanır, gözlerinden yaşlar oluk oluk akarmış ve akabınde hayvanı yıne ınlete ınlete dıkerlermiş, sonra bazı insanlar bu kestikleri parçayı pişirip bir güzel afıyetle yerlermiş. Buna çok benzer olayı da 80 darbesı zamanında insanlar (polis, jandarma, gardiyan kısaca devlet), ınsanlara (mahkumlara) yapmışlar ve daha nice nicelerini… Yıllar evvel A’dan Z’ye Seri Katıller dıye bir kitap okumuştum, G harfine kadar okumayı sürdürebilmiş, sonrasında devam edememiştim; midem, psikolojım, herseyden önce insanlığım kaldıramamıştı. Hatta bu yüzden bır sure kıtaplardan uzak kalmış, insanlara da tiksintiyle bakmıştım... Kolları Bağlı Doğan’da benzer hisleri uyandırmakta; psikolojiyi yerle bir ediyor ve okurken çok acı çektiriyor! Bu nedenle okumanız konusunda ısrar edemeyeceğim, fakat yakın tarihimizde yaşananları anlayabilmenin yollarından biri de bu kitabı okumakla mümkün.


Okumak Harıka Bir Eylemdir!

Esra K.K.

24 Ocak 2017 Salı

Tarık Akan - ANNE KAFAMDA BİT VAR



Çok yakın bir tarihte (16 Eylül 2016) aramızdan ayrıldı, sinemamızın en yakışıklısı… Gazeteler “ Genç Kızlar İlk Aşkını Kaybetti” manşetleri attılar, onun için… Yeşilçam’ın yeşil gözlü romantik-komedi filmlerinin baş kahramanı, beyaz perdenin efsanevi ismi; TARIK AKAN…

Bizler onu genellikle Mavi Boncuk’ taki Yakışıklı Necmi, Hababam Sınıfı’ndaki Damat Ferit rolleriyle tanırız. Sosyal içerikli filmlerini (Yol, Sürü, Maden…vb.) bilenimiz de izleyenimiz de pek azdır. İnsan sevgisi, Atatürkçülüğü, eğitime verdiği önemi, toplumculuğu, sosyalist düşüncesi…vb. sanatında radikal karar almasına sebep olmuş ve kariyerinde toplumcu, barışçı, devrimci düşüncelere hizmet eden filmlerde oynamayı şan, şöhret, paraya yeğlemiştir.

1980 darbesinden sonra 1981’de Almanya’daki konuşması nedeniyle Tercüman Gazetesi’nin yaptığı çarpıtıcı (yanlı ve yanlış) haber üzerine yurda dönüşünde apar-topar gözaltına alındığı nezaretteki günlerini içeren usta oyuncunun hikayesini okuyorsunuz; Anne Kafamda Bit Var adlı tek kitabında. Uğur Dündar’dan Müjdat Gezen’ e, Perran Kutman’dan Halit Kıvanç’a birçok popüler ismin de  yer aldığı anı kitabıdır. Kimselerin yaşamak istemeyeceği anılar…

Her kesimden kişinin okuduğunda  idrak edebilmekte zorlanmayacağı, akıcı ve duru bir dil ile yazmış. Az seviyede okuma-yazma bilmek yeterlidir. Apolitik olabilirsiniz, X kesimden, Y düşünceden, Z dininden olabilirsiniz. Okuyucunun sağ-sol, faşist-sosyalist kimliğine bakmaksızın empati yetisini kullanabildiği oranda algılayabileceği bir kitap! Daha evvel bu konuda bir kitap okumadıysanız, bir film izlemediyseniz, bir belgesele rastlamadıysanız, neler olup-bitmiş diye merak edip hiçbir araştırma yapmadıysanız, üstü kapalı şekilde yazılan bu kitapla anlatılanların boyutunu anlamlandırmakta güçlük çekebilirsiniz. Çünkü yapılan onca onur kırıcı davranışa, işkenceye karşın son derece titiz, saygılı, kibar bir duruşla kaleme almış, usta oyuncu yasadıklarını... Bir dönem yaşadıklarının ağırlığından, uğradığı haksızlıklardan ötürü ülkeyi terk etmeyi düşünse de vazgeçip yılmadan, korkmadan, davasında, Atatürkçülük yolunda, mertçe, dik ve onurlu durusuyla sonuna kadar mücadele etmeye devam etmiştir.

Okumanızı şiddetle tavsıye ederim.



Okumak Harıka Bir Eylemdir!

Esra K.K.


23 Ocak 2017 Pazartesi

Cesare Pavese - YAŞAMA UĞRAŞI






Günlükler(1935-1950)

Çevirmen: Cevat Çapan

’ Bir haksızlığa uğramanın acısı güçlendiren bir irkiltidir insan için-bir kış sabahı gibi.
Bu haksızlığı tattım ben, uğradığım haksızlığın, iyilik bilmezliğin daha büyük olmasını isterdim.
Hiçbir sakınma duymadan sevmek, karşılığı durmadan ödenen bir lükstür.
Artık sayıklamıyorum. Sanatım için yaşayarak kafa dirliğine kavuştum. Öte yandan ölümden korkar oldum, bedenimin bana bir oyun oynamasından ödüm kopuyor.
Elma ve armut ağaçlarının taçyaprakları rüzgârda uçuşuyor. Her yeri onlar kaplamış. Kelebekler gibi.
On sekiz ile otuz yaşın arasındaki yılların, boğuntuları, bağırmaları, aşkları nerede şimdi? Bugün yararlandığın ne varsa, o yıllarda biriktirmiştin. Ya şimdi? Şimdi ne yapacaksın? ‘’


Pek çok insan, hayatının belirli dönemlerinde, özellikle çocukluk ve ilk gençlikte günlük tutmuştur. Çocuksudur yazılanlar. Bir günün kısır dökümü gibidir çoğunlukla satırlardaki. Bir yazarın günlüklerini okumak ise bambaşka bir edebiyat deneyimi.  Bir de bu yazar Cesare Pavese ise.
Öfkeli, coşkulu, tutkulu ve depresif bir ruh halinde gidip geliyor satırlarında yazar. Hayal kırıklıklarını gizlemiyor. Ve git gide, yıllar ilerledikçe belirginleşen melankoli ve yalnızlıkla sarmalanıyor. Yazarın elinden tutmak ve onu içine düştüğü derin umutsuzluktan çekip çıkarmak istiyorsunuz. Ama yardım edemeyeceğinizi de biliyorsunuz çaresizlik içinde. Çünkü okuduğunuz her şey yaşandı ve bitti.
 Özel yaşamı ile ilgili epeyce ayrıntıya yer vermiş. Arkadaşlar, rakipler, edebi ve siyasi mücadeleler, sevgililer… Yayıncı, yayına hazırlarken mahrem bulduğu satırları özellikle sevgilileri ile ilgili bölümleri çıkarmış. İsimler titizlikle gizlenmiş. Bukowski’nin Kadınlar kitabında yayıncı aynı şeyi yapsaydı ortada kitap olmazdı. Şaka bir yana bu uygulamaya hak veriyorum tabii.
Pavese’nin kaleminden eleştirilerle dönemin İtalya’sı da epey nasibini alıyor. Kendi politik olarak aktif bir kişi olmasa da muhalif arkadaşlarının yaşadığı acılardan derinden etkileniyor. Duyarlı, idealist bir aydın olan Pavese savunduğu fikirlerini sansürlemeden kaleme alıyor.
Kendi edebiyat serüvenini de bir eleştirmenden ya da edebiyat tarihçisinden daha iyi değerlendirmiş. Elbette yüzde yüz objektif olmasını bekleyemeyiz ama sanatının muhasebesini de oldukça dürüst yapmış.
Pavese Türkiye’den hangi yazarlarla ruh ikizidir diye düşündüm günlüğünü okurken. Aklıma hemen iki isim geldi: Orhan Veli Kanık ve Tezer Özlü. Ülkeler keskin sınırlarla birbirinden ayrı olsa da insan olarak bizler o kadar da ayrı değiliz.
Ingmar Bergman’ın Sonbahar Sonatı filminde başkarakterin dediği bir replik sanki Cesare Pavese’nin ağzından çıkmış gibi:’’ Sanatımla sonsuza dek yaşayabilirim. Hayatımla değil’’


A. KOŞBAY

Elio Vittorini - SİCİLYA KONUŞMALARI



’ Bir iki dakika konuşmadan ringayı yedik. Sonra annem, karıma öğretmem için salyangozun daha başka kaç türlü pişirilebileceğini anlatmaya başladı. Bense ona karımın hiç salyangoz yemeği yapmadığını söyledim. O zaman annem karımın nasıl yemekler yaptığını sordu. Ben de daha çok haşlama yaptığını söyledim.
‘’Haşlama mı, ne haşlaması?’’ diye sordu annem.
‘’ Haşlama et,’’ dedim.
‘’ Et, ne eti? ‘’dedi annem.
‘’Sığır,’’ dedim.
Annem yüzünü buruşturarak bana baktı. Sığır etinin tadının neye benzediğini sordu.’’

Büyümek, anne baba evinden ayrılmak, arkasına dönüp bakmamak… Kahramanımız yıllar sonra doğup büyüdüğü topraklara dönüyor; yalnız, hasta annesini yoklamak için. Sicilya bıraktığı gibi. Aynı insanlar, aynı sokaklar, aynı evler, aynı toprak. Ama kendisi aynı çocuk ya da aynı genç delikanlı değil artık.
İtalya’nın bir panoramasını çizen bu kısa roman ilk bölümlerdeki tren yolculuğu ile de bir parça Dostoyevski’nin Budala romanının başlangıcını anımsatıyor. Ama Sicilya Konuşmalarındaki, İtalyan İşi tabii. Eline çabuk, kısa kısa, canlı diyaloglardan oluşan bölümler.
İtalya’daki kuzey güney karşıtlığı da-zengin kuzey, fakir güney- kitabın satır aralarında gizli. Bu karşıtlık coğrafyadan, dildeki lehçelere, hayat tarzlarına, duygu ve düşüncelere yansıyor.
Sicilya Konuşmaları, özünde bir eve dönüş hikâyesi. Bu dönüşte her şey aynıydı. Ama aynı zamanda her şey farklıydı.
Küçükken her şey dev gibi görünürdü bize. Yetişkin insanlar, ağaçlar, evler, eşyalar devasaydılar. Sonra büyüdük, etrafımızdaki her şey küçüldü. Belki bu o kadar kötü değil. Ama her şey bir yana, büyüdükçe hayallerimiz de küçüldü.

A. KOŞBAY


Dino Buzzati - TATAR ÇÖLÜ



’ Monti’nin, yakarışlarına sadece, karanlık uçurumdan yükselen rüzgârın sesi cevap vermektedir.’’ Ne demek istiyordun Angustina? Cümleni, bitiremeden gittin; belki de gayet sıradan aptalca bir şey, belki saçma bir umuttu dile getireceğin, belki de… hiçbir şey değildi.’’


Issız bir ada(Robinson Crusoe), uçsuz bucaksız çöller(Simyacı), gökyüzüne uzanan karlı dağların çevrelediği bir sanatoryum(Büyülü Dağ),karantinayla çevrili bir şehir(Veba) etrafında ıssızlığı, yalnızlığı, insanın varoluş mücadelesini anlatan kitaplar her zaman beni çekmiştir. Bu tür kitaplar arasında Tatar Çölü özel bir yeri hak ediyor. Diğerlerinden farkı ise, kahramanının sınır boyundaki unutulmuş kalede kalmaya bir zorunluluktan değil, bir umuttan, belki de daha doğru bir ifadeyle kaledeki diğer askerler gibi bir saplantıdan dolayı mahkûm kalması. Bir gün işe yarayacaklardı. Bir gün düşman her gün baktıkları, gözledikleri çölden gelecek ve onlar ülkelerini savunacaklardı. Bu umutla yıllarını kalede çürüten ve emekli olan askerler, kahramanımıza bilinmezi beklemenin anlamsızlığını, beyhude geçen yılların dayanılmaz ağırlığını duyursa da genç subay Giovonni Drogo için harekete geçmek kolay olabilecek miydi?
Kitap, çarpıcı sonuyla ciddi bir şekilde sarsıyor benliğinizi. Etkisinin daha yoğun olması için mümkünse meşgul olmadığınız sakin bir tatil gününde ve bir gün içinde okumanızı öneririm. Bu varoluş mücadelesini okuduktan sonra beyazperdeden de izlemek isterseniz, yönetmen Valerio Zurlini ’nin 1976 yılındaki sinema uyarlamasını kaçırmayın.
 Monotonluktan hep şikâyet edilmiştir. Ama pek çoğumuz monotonluktan kurtulmak için parmağımızı bile kıpırdatmıyor, korunaklı duvarlarımızda dünü, bugünü, yarını hep aynı yaşıyoruz. Tatar Çölü bu atalet halini sorgulamamız ve belki de kendimizi bir parça olsun değiştirebilmemiz için iyi bir fırsat olacak.


A. KOŞBAY



Peyami Safa - DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU






Siz de benim gibi Peyami Safa’nın bu eserini daha önce hiç okumadığınızı sanıyorsanız yanılıyor olabilirsiniz! Hemen hemen herkesin Lise Edebiyat dersi kitabından küçük bir bölümüne aşina olduğunu tahmin ediyorum. Ben okurken anımsadım. Hafızalarınızı daha fazla zorlamamak için size de kısaca bahsetmem gerekirse; ana karakterimiz 15 yaşındadır, dizindeki kemik tümörü ile 8 yaşından beri boğuşmaktadır. Annesi ile birlikte İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde yaşar. Yoksul bir hayata sahiptir. Uzaktan akrabaları olan Paşa’nın kendisinden 4 yaş büyük olan kızı Nüzhet’e aşıktır. Ne mutlu ki Nüzhet de ona karşı boş değildir, ancak Nüzhet doktor Ragıp Bey ile evlenmek üzeredir.

Nüzhet, hasta ve yoksul kahramanımız ile mi hayatına devam etmeyi seçecektir, yoksa doktor ile mi evlenecektir? Ana karakterin geçmez diz ağrıları ve sonu gelmez hastane çilesi sona erebilecek midir?

Kitap otobiyografik bir eserdir. P.Safa’nın çocukluk ve gençlik dönemlerinden izler taşımaktadır. Bu özelliğiyle Edebiyatımızda psikolojik roman olma özelliğine sahiptir. İncecik bir kitap ama son derece derin bir anlatıma sahip.

Kitapta bazı cümleler var ki insanı derinden yaralar: “İki hasta kadar birbirine yakın kimse yoktur. Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler.” Hakikaten de bazı acıları anlayabilmek için o acıyı bizzat yaşamak gerekir. Çünkü denildiği gibi ateş düştüğü yeri yakar. Dişi ağrımayan diş ağrısını, dizi ağrımayan diz ağrısını ne bilsin, derdi rahmetli anneannem.

“Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm.”

“Felaketimizi başka biriyle taksim etmek saadettir; fakat annelerle değil. Annelere anlatılan kederler taksim değil, zarbedilmiş olur. Çocuklarının felaketini 2 kat şiddetle hisseden anneler, bu ızdıraplarını çocuklarına fazlasıyla iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her intikal edişinde büyüdükçe büyür.”

“Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idim ve çocukluğumda o kadar az oyun oynamıştım ve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki, yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu; ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşırıyordum. Yalana her şey isyan etmelidir. Eşya bile: Damlardan kiremitler uçmalıdır, ağaçlar köklerinden sökülüp havada bir saniye içinde toz duman olmalıdır, camlar kırılmalıdır, hatta yıldızlar düşüp gökyüzünde bin parçaya ayrılmalıdır filan...”

Diz ağrısı nedir, yürüyememek nedir, hayatının yarısının hastanede şifa arayarak geçmesi ne demektir? (Tam da diz ağrısı çektiğim, empati yapabilmeye en uygun olduğum sırada okudum kitabı. Geçtiğimiz günlerde trafik kazası geçirdik eşimle birlikte, soldan hızla gelen bir aracın bize vurması ve daha sonra ise bizim sağdaki duvara vurmamız ile 2 kere çarpma yaşadık. Hava yastıkları patladı, ön cam çatladı, aracın ön kaporta tamamen gitti, görenler “siz bu araçtan nasıl bu kadar az sıyrıkla kurtulabildiniz..?” deyip şaşkınlıklarını dile getirdiler. Belli bir kitle de vardı ki, onlar aracın basında beni görüp, -önyargıyla- “siz mı sürüyordunuz?” diye soranlardı. Çünkü onların düşüncesine göre duvara ancak ve ancak bir kadın toslayabilirdi oysa sürücü ben değildim, he bi’de bazı kişiler de cevabını öğrenince ne işlerine yarayacaksa “aracın kaskosu var mı?” sorusunu soruyorlardı… İnsanımız tuhaf, hakikaten çok tuhaf.… Birkaç sıyrıkla atlattığımıza şükrediyoruz. Kırık-çıkık yok ancak benim dudağım patladı, sağ omzum, belimin sağ tarafıdizimde müthiş bir zedelenme oldu, çektiğim ağrıyı tarif edemem... Ben bu kadar acı çekebiliyorsam P.Safa’nın ızdırabını tahmin bile edemiyorum…)

Kitabın siyah-beyaz çekilmiş filmi de var. Nüzhet’i Hülya Koçyiğit, ana karakteri ise Kartal Tibet oynuyor. Kitapta ana karakterin adından hiç söz edilmiyor ancak filmde adı Burhan ismi ile anılmakta. Kitaplardan uyarlanan çoğu filmde olduğu gibi bu filmde de senaryo çok farklı seyrediyor. Başlangıcı da, sonu da kitapla aynı değil. Çekildiği dönemin şartlarına göre değerlendirirsek güzel bir film ancak gerek kitaba, gerekse günümüze göre değerlendirdiğimizde keyif alabileceğinizi ümit etmiyorum. Filmi izlemeniz konusunda ısrar edemiciğiiim (yükleme vurguyu H. Koçyiğit gibi yaptım :D ) fakat kitabı mutlaka okumalısınız okumalısınız okumalısınız.



Okumak Harika Bir Eylemdir!



Esra K.K.

19 Ocak 2017 Perşembe

Michael Ende - MOMO




"Zaman   tasarruf   edeyim   derken   aslında   başka   şeylerden   tasarruf   ettiğinin   kimse   farkında   değildi.   Yaşamlarının   gittikçe daha   zavallı,   daha   tekdüze   ve   daha   soğuk   geçtiğini   kavramak   istemiyorlardı.   Bu   gerçeği   sadece   çocuklar,   taa   yüreklerinde   hissettiler. Çünkü artık kimsenin onlara ayıracak zamanı yoktu. Zaman yaşamın kendisiydi. Ve yaşamın yeri yürekti.
İnsanlar zamandan tasarruf ettikçe, zaman azalıyordu."

Bu kadar teknolojik alet elimizin altında değilken eskiden ne yapıyorduk? Herşeyin hızlı olmadığı bir arkadaşımızdan haber almak için günlerce yazışarak beklediğimiz günlerde mesela... Biz arkadaşımızın hasta olduğu haberini aldığımızda o çoktan iyileşmiş oluyordu. Ya da sevgililer buluşmak için "saat 2'de" diyordu örneğin eğer bir aksilik olmuş ve gelinmemişse bir süre beklenip gidiliyordu. tabi hesap sorma kısmı artık karşınızdaki kişinin başına bir şey gelip gelmemesine bağlıydı. Dünyanın öbür ucundaki kişiyi görüntülü olarak arayabiliyoruz. Söylemek istediklerimizi aktarmak birkaç saniye sürüyor. Bir bilgiye ulaşmak ise anında. Ama zaman yetmiyor... Değil mi? Zaman hiçbirimize yetmiyor. Çünkü zamanımızın yetmemesi için kendimizi hedeflerle kısıtlıyoruz. Bize hedefler veriyorlar. 24 saatlik zaman dilimi biz çocukken upuzun gelirken şimdi verilen ödevlere karşı yarışıyoruz. Bazen o kadar çok işimiz oluyor ki bir gün keşke 30-35 saat olsa diyoruz. Zamana yayılan işleri küçülttük kısalttık ama bu bizi daha mı mutlu yaptı.? Kendimize daha çok mu zaman ayırmaya başladık? İnsan zamanı kısalttıkça aslında zamanın yetmediğini daha iyi anlıyor. Ne garip bir paradoks değil mi?

Momo bilinmeyen bir ülkede bilinmeyen bir zamanda bize zaman hakkında boyundan büyük tavsiyeler veriyor. Zamanımızı çalanlardan zamanı geri almaya çalışarak büyük insanlara bir ders veriyor. Çocuklar için yazılan fakat büyüklere iğneleyici gelen birçok söylemi ile aslında kitap tamamen yetişkinlerin okuması gereken bir kitap. Özellikle de çocuk yetiştirecek olan anne/baba adaylarının. Bu zamana kadar nasıl denk gelmemiş ve okumamışım diye hayıflandığım, Küçük Kara Balık'tan sonra sevdiğim ikinci çocuk kitabı olarak yerini aldı Momo. Kitabı ne yazık ki (evet ne ne yazık ki diyorum :( çünkü e kitapları hiç sevemedim) elektronik kitap olarak telefonumda okudum. Çünkü takıntım gereği eğer bir kitabı çok beğendiysem fiziki olarak da elimde olmasını istiyorum ancak bir kitabı okuduktan sonra almak da bir o kadar mantıksız geliyor. Siz kitabı mutlaka fiziki basım olarak okuyun. :)

K.ÖZCAN

18 Ocak 2017 Çarşamba

Rıfat Ilgaz - SARI YAZMA



SARI YAZMALI
Bir gece yarısı çalınır kapın
Alıp götürürler erkeğini,
Kaçak mıdır, kaçakçı mıdır bilmezsin.
Yüreğine kızgın hançer sokulur.
Uyku girmez kalan yaşlı gözüne
Gökte misin, yerde misin
Bekleyişin ezgi olur, açılır,
Türkü olur yaprak yaprak dökülür:
“Pencerelerde perde misin?”

Karakışta limon fidesi gibi
Isıtırsın yetimini koynunda.
Boynu bükük büyütürsün yavrunu.
Avucu kınalı, gözü sürmeli,
Tabanı nasırlı, eli kazmalı,
Kara toprak ellerinde un ufak…
Ellerinde bir tek tohum
Dolu dolu, sarı sarı bir başak!

Al paçalıklı, sırtı küfeli,
Başı çifte çifte sarı yazmalı
Siler gibi alınterini çevrene
Bu karayazıyı alnından silip
Kendi özyazını, kendin yazmalı!

RIFAT ILGAZ
Kastamonu/ Cide, 1978



Her yörenin kendine özgü giyimi, tatları, lehçesi…vb. vardır, bilindiği gibi.  Batı Karadeniz’in gözdesi Kastamonu’nun da sarımsağı, pidesi,çekme helvası , kaz yağıyla harmanlanmış banduması gibi eşşiz tatlarının yanısıra yöreyle özdeşleşen Sarı Yazması da  vardır. Sarı Yazma demek Kastamonu’dur, Kastamonu demek Sarı Yazma…

Çok uzun sürede okuduğum kitaplar arasındadır, Sarı Yazma. Akıcılığı ya da üslubundan kaynaklanmıyor bu, bilakis son derece sade bir dil ile yazmış otobiyografisini Koca Çınar.

2017’nin ilk kitabı olarak seçtiğim 529 sayfalık bu güzel kitap 15. gününde nihayet bitti. Hem “güzel kitap”  diyorsun, hem de “nihayet bitti” ifadesini kullanıyorsun, dediğinizi duyar gibiyim. Evet öyle. Kitap çok güzel olsa da, hedeflediğim sürede bitmediğinde kendime kızıyorum. Güzel olan kitabın içeriği değil, anlatımı güzel yalnızca! Çünkü satırlar arasında süzülürken gözleriniz, sızım sızım sızlayacak sizin de yüreğiniz… Geç bitirmem bundan ötürü… (Tabi bir de bu aralar örgüye başladım bunun da biraz etkisi var. Ben okurken dayanamadım R.Ilgaz ise yaşamış tüm bunları, okudukça yüreğim sızladı, yüreğim sızladıkça ördüm ördüm ördüm…)

Yazarın külliyatını tamamlamak üzereyim neredeyse… Hemen hemen her  kitabındaki  mizah içeriğine öyle alışıyorsunuz ki, Sarı Yazma’nın satırlarını okurken gökdelenden düşmüş gibi oluyorsunuz, tabir-i caizse. Acı, acı, acı… Katıksız acı.  Bir satırında dahi güldüğümü hatırlamıyorum. Onca hastalık, yoksulluk, ayrılık, kalp yarası, ayrımcılık, eşitsizlik, açlık, işsizlik bir yana; gerek mesleği gereğince farklı şehirlerde yaşamak zorunda kalmalarından yârine (Rikkatine) duyduğu hasret, çocuklarına duyduğu özlem, başka bir yana… Ve tüm bunların yanında uzun yıllar süren hapishane ve hastane dönemleri de cabası…

Bunca acıyla boğuşan adeta feleğin çemberinden geçen bir yazarın, okuyucuyu güldüren hikayeler yazması, yazabilmesi ne tuhaf…  Hoş, ağız dolusu kahkahalar attırmıyor insana kitapları, trajikomik hikayelerle bezeli genelde ama hayatı böylesine ti’ye alan bir yazarın iç dünyasıyla tanışmak son derece şaşırtıcı… Bir yaşadıklarını düşünüyorsunuz, bir de yazdıklarını… İlerleyen sayfalarda  “Gelecek günlere inanıyorduk, çağdaşlarımla birlikte. İnanmasam bunca çileye nasıl göğüs gererdim, bu çürük ciğerle?” diyerek cevabına ulaşıyorsunuz.

Sahi “yazar” da olsa bunu nasıl başarabilir ki bir insan? Sen eğitim-öğretim ve meslek hayatında oradan oraya savrul, Hababam Sınıfı’nı yaz, gülmekten kır geçir ahaliyi. Sen onca yıl İnce Hastalık denilen meretle boğuş, Pijamalilar’ı yaz, memleketteki hastanelerin ağlanılacak hallerine güldür cümle alemi. Sen bu kadar sefalet, işsizlik gör, Meşrutiyet Kıraathanesi’ni yazarak yine mantık hatasıyla dolu hiyerarşik sistemi, siyaseti, güçlüyü-güçsüzü düşündürüp, lahavle çektirirken bile yine güldür, yine düşündür… Tüm bunları nükteli bir dille yazabilme özelliği içindeki vatan-millet sevgisi, Edebiyat tutkusu, meslek aşkı sayesınde haksızlıklarla, mantık hatalarıyla, işleyişle, gidişatla ancak bu şekilde baş edebilme psikolojisi geliştirme değil de ne? Ters psikoloji herkesi böylesine derin, böylesine demir adam yapabilse keşke, öyle değil mi?

Kitapta 100 yıl öncesine kadar uzanıyorsunuz. Kah 30’lar, kah 50’lar, kah 40’ler Türkiye’sini siz de yaşıyorsunuz, zaman tüneline girmişçesine… O dönemlere  aile büyüklerimizden duyduklarımızla, filmlerden izlediklerimizle, göreceli biyografilerden ve kuru tarih kitaplarından okuduklarımızla yabancı olmadığımızı sanıyoruz ama yanılıyoruz; otobiyografi türünde bir eserden okuduğunuzda bambaşka bir dünya ile tanışıyorsunuz. Nasıl dayanmışlar, nasıl yaşamışlar o günleri, ben olsam ne yapardım diye düşünmeden edemiyorsunuz… Çünkü okuduklarınız kurgu roman değil, gerçek bir yaşam öyküsü…

Kitapta neler neler, kimler kimler yok ki… Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Hasan Ali Yücel… Sohbetleri, dergileri, gazeteleri, karikatürleri, anıları, ortaklıkları, dayanışmaları, ortak kaderleri…

Sadece R.Ilgaz’ın yaşamına dair anıları bulmayacak Kastamonu’nun o eşsiz doğasını görmediyseniz bile görmüş gibi olacaksınız bu satırlarda; yeşilin 50 tonunu barındıran Küre Dağları’na sırtınızı verip o uzuuuuun, o masmavi Cide sahiline yüzünüzü dönüp çayınızı yudumlarken hayal edeceksiniz kendinizi, Gideros’un masmavi koyunda eski bir kayıkta karşı kıyıya geçerken küreği siz çeviriyor olacaksınız, Kurucaşile’yi, Ilgaz’ı, Araç’ı, Abana’yı, Kastamonu’yu, Samsun’u okurken aslında görüp gezeceksiniz bir nevi… Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi diye düşünüyorsanız hala cevabını ben söyleyeyim: Gençken bolca gezmeli, görüyorken bolca okumalı. İkisi içinde gereken evvela sağlık! Mutlaka ama mutlaka kendinize küçük bir Batı Karadeniz turu ısmarlayın ve gezin görün benim de baba memleketim olan Kastamonu sahillerini ve tabiki öncesinde Koca Çınar’ın Sarı Yazma’sını, Halime Kaptan’ını da okuyun ve diğer eserlerini de… Cide’ye gittiğinizde Rıfat Ilgaz’ın müzeye dönüştürülen Safranbolu evi özellikleri taşıyan güzel evini de ziyaret edin.

R.Ilgaz’ın anne ve babası aslen Bartın’lıdır ancak kendisi Cide’de açmıştır gözlerini hayata, her zaman çok sevmiştir burayı, bu sebeplerle kendisini Cideli olarak tanımlar. “Koca Çınar” derler ona. Bu ülkede Rıfat Ilgaz olmak kolay değildir, Koca Çınar olmak ise hiç kolay olmamıştır…


Okumak Harika Bir Eylemdir!
Esra K.K.



Stefan Zweig - KENDİ HAYATININ ŞİİRİNİ YAZANLAR



·         Casanova
·         Stendhal
·         Tolstoy


’O, Casanova, Tanrı şahittir, yaşamını kolaylaştıracak bir şey bulmuştur, mutluluğun bir kırıntısını, zevkinin bir zerresini, uykusunun bir saatini, neşesinin bir dakikasını sert ölümsüzlük tanrıçası için feda etmemiştir.’’
‘’Filozof olarak yaşadım.
Casanova’nın son sözleri.’’
‘’ Stendhal dışında belki de hiçbir sanatçı, bu cesur ve inanmış Ben’ci kadar kendi benini inatla, radikal ve fanatik bir biçimde yaşamamış ve onu bu kadar ustaca kendi-Ben’i olarak geliştirmemiştir.
‘’Neydim? Ne oldum? Söylemeye çok utanıyorum’’
Stendhal, Vie de Henry Brulard’’
‘’En çok bir maske takmak ve ismimi değiştirmek isterdim’’
Stendhal’in bir mektubundan.’’
‘’ Ona nasıl ulaştığı, insanın ulaştığı mükemmel ahlaki seviyeden daha önemlidir.’’
Tolstoy’un Yaşlılık Güncesinden.
Gerçeği bulmak ve sadece kendini değil, tüm insanlığı da kurtarmak için savaştı. Böyle bu sorumluluğu yüklenmesi onu bir kahraman, hatta hemen hemen bir aziz yaptı, bu uğurda ölmesi ise insan neslinin en insancılı’’


Casanova adı hep bize eğlence düşkünü, hovarda bir çapkını çağrıştırmıştır. Fellini’nin Casanovası’nı seyrettiyseniz bu fikirler pekişecektir. Elbette Fellini her zamanki absürt üslubunu kullanmıştı. Zweig ise farklı bir Casanova’yı anlatıyor bize. Elbette gönül maceralarını yadsımıyor ama o öncelikle her konudan her şeyden anlayan bir uzman(!) O dönemin Avrupa’sında krallar, prensler, soylular arasında pek revaçta olan yüzlerce bilgi tüccarından biriydi. Onu çağdaşı diğer düzenbazlardan ayıransa kendi hayatını yazmaya olan inanılmaz tutkusu. Tam on altı cilt!
Stendhal’ı Kırmızı ve Siyah ve Parma Manastırı romanlarıyla tanıyoruz daha çok. Ama o da en çok kendi hayatını kâğıda dökmüş. Askerlikten diplomatlığa, şehirden şehire savrulan, hayal kırıklıkları, bozgunlarla dolu bir ömrün dökümü. Yanlış anlaşılmasın. Mutlu olmamış pek. Ama yaşamak sanatını onlarca cilde aktarmış. Aşk konusunda pek yüzü gülmese de aşk üzerine bir deneme kitabı yazdığı gibi.
Tolstoy ise kendi hayatını bir ahlak kitabının sayfalarını çevirir gibi yaşadı. Ahlak anlayışını kitaplarına aktardı. Eşine sadık olmayan Anna Karenina’nın korkunç sonunu hatırlayın. Tolstoy sadece iyi bir örnek olmak istedi belki de. İyiyi, doğruyu, sadeliği yüceltti.  Ama Zweig’in bize aktardığına göre ne hazindir ki sonunda hem ailesiyle hem de takipçileriyle arası açılmıştı.

Onlar hep kendilerini anlattılar. Hep kendileriyle doluydular. Stefan Zweig kalemiyle bu kez bir anlamda kendilerinin şairi olan yazarlara dokunuyor. 


A. KOŞBAY

Stefan Zweig - KENDİLERİYLE SAVAŞANLAR



·         Hölderlin
·         Kleist
·         Nietzsche


‘’ Yeni yüzyıl, on dokuzuncu yüzyıl, çocuklarını sevmedi. Kor gibi yanan bir kuşak ortaya çıkmıştı oysa: Ateşli ve cesurdular, rüzgârın estiği bütün yönlerden, aynı anda Avrupa’nın gevşeyen büyük topraklarından yeni özgürlüğün tan kızıllığına doğru baskı yapıyorlardı.’’

Kitabı okumadan önce Alman şairler Hölderlin ve Kleist’in adını hiç duymadığımı itiraf etmeliyim. Nietzsche’nin ise ‘’Böyle Buyurdu Zerdüşt’’ kitabını okumuştum. Stefan Zweig’in sayesinde kendileriyle savaşan ve günümüzün değer yargılarına göre yenilgiye uğrayan bu ateş gibi zihinlerin bizi allak bullak eden yaşam öykülerine ulaşıyoruz. Yazar, onları toplumun idealize ettiği bir edebiyat deviyle-Goethe ile-kıyaslıyor ve kitabın içine bir diğer kahraman olarak Goethe’de dâhil oluyor. Evet, biliyorum. Bu kitap bir biyografi. Ama Zweig, her zaman biyografisini yazdığı kişileri bir romanın kahramanı gibi işlemiş, kanlı canlı karşımıza çıkarmış ve gerçek hayattan daha gerçek olan satırlarda onları anlatmıştır bize.   
Kendileriyle Savaşanlar; sonuna kadar kendi doğrularının arkasında duran insanlar. Buraya kadar her şey normal. Ama onlar aynı zamanda sonuna kadar kendi yanlışlarının da arkasında duran yanlışlarının peşinde koşan, bundan da şikâyet etmeyen insanlar. Nietzsche:’’Yaşamayı bilmeyenleri seviyorum, isterse batan olsunlar, zira onlar aşanlardır.’’ diyor.  Sürüklendikleri noktalarsa benzer: Akıl hastalığı, yalnızlık, intihar…
 Belki de anlaşılamamaktı en derindeki acının kaynağı onlar için.  Tıpkı bugün Fransız sanatının özgün isimlerinden kabul edilen ressam Séraphine ve heykeltıraş Camille Claudel gibi. Bu iki kadın sanatçı yaşamlarının büyük bir kısmını kapatıldıkları akıl hastanesinde geçirdiler.
Hölderlin, Kleist,  Nietzche ve onlar gibi kendileriyle savaşan diğerleri… Sürüye katılmayı reddetmişlerdi ve sürüden ayrıldıkları için de kurt onları kapıvermişti.
Zaferin yüzlerce babası vardır. Yenilgiyse yetimdir.         


A. KOŞBAY

Stefan Zweig - ÜÇ BÜYÜK USTA




·         Balzac
·         Dickens
·         Dostoyevski

‘’Balzac’ın kahramanları hırs küpüdürler, her şeyin tamamını isterler…
Balzac’ın bütün kahramanlarının bu anda bir tek arzusu vardır: Bu kadın, bu araba, bu uşak, bu zenginlik, Paris, dünya bana ait olmalıdır!’’
‘’Dickens İngiliz geleneğinin içine rahatça yerleşmiş, onun dört duvarı arasına evini kurmuştu. Vatan topraklarında kendini rahat hissediyordu ve hiçbir zaman, hayatı boyunca İngiltere’nin sanatsal, ahlaki ya da estetik sınırlarını aşmadı. O bir devrimci değildi. Onun içindeki sanatçı ile İngiliz çok iyi anlaştı ve yavaş yavaş onun içinde bütünüyle dağıldı.’’
‘’Dostoyevski’yi gördüğümüzde ilk izlenim her zaman dehşettir, ikincisi ise büyüklük…
Hayat onu üç kez havaya fırlatır, üç kez yere serer…
Heyecan ve coşkunun önü alınamıyordu ve başındaki dikenli tacın üzerindeki zafer halesi alev alev yanıyordu.
Kaderi bunu da istiyordu: Kor gibi yanan bir dakika içinde misyonun yerine getirildiğini, eserinin zaferini ona göstermek istiyordu.’’


Çağdaşları Stefan Zweig için son Avrupalı demişlerdi. Avrupa’nın kültürünü, uygarlığını özümsemiş gerçek bir entelektüeldi. Psikolojik derinliği yüksek öyküleri kadar biyografileriyle de dünya edebiyatında unutulmaz bir iz bıraktı. Biyografilerinde ele aldığı kişilerin hayatını sadece tarihlerden, okudukları okullardan, biz diğer insanlara ders niteliğindeki başarılarından ibaret saymadı. Onları idealize etmedi. Yüceltmedi. Güçlü ve zayıf yönleriyle, başarıları ve başarısızlıklarıyla bir insan olarak tanıttı bize onları.

Üç Büyük Ustada; Balzac’ı, Dickens’ı ve Dostoyevski’yi Zweig’in keskin gözlemci gücüyle, derin psikolojik incelemeleriyle örülü satırlarıyla yeniden keşfediyoruz. Balzac deyince aklınıza sadece realizmin temsilcisi Fransız yazardır cümlesi mi geliyor? Dickens eşittir Oliver Twist. Dostoyevski de Suç ve Ceza’yı bir de Karamazov Kardeşleri yazdı. Hepsi bu mu? Yazarların, duygularının, düşüncelerinin bire bir yansıması olan kitaplarından kendi iç dünyalarına nasıl yolculuk yapabileceğimize rehberlik ediyor Stefan Zweig.

A. KOŞBAY

7 Ocak 2017 Cumartesi

Ayfer Tunç - YEŞİL PERİ GECESİ




“bizde itiraf yoktur.bizde itiraf eden huzur bulmaz.bizde itiraf demek, suçumuzun her bir ayrıntısının hücrelerimize yapışması demektir.biz itiraf edersek unutamayız.biz oysa unutmak isteriz, olmamış gibi yapmak.biz mecbur kalırsak tövbe ederiz hemen ardından unutmak için, suçumuzu da öyle fazla sayıp dökmeden üstelik. (allah biliyor nasıl olsa, ayrıntılarla onu meşgul etmeye ne lüzum var?)bizim tarihimiz unutarak gömdüğümüz günahlarımızın tarihidir. kurcalayıp durmayın. eski defterleri açmanın ne faydası var canım?biz dolaylı insanlarız, bizde yalanlar ve gerçekler arabesk motifler gibi iç içe geçer.bizim milli ikilimiz suç ve ceza değildir.bizim milli ikilimiz suç ve nisyan’dır.süleyman amcanın elinde en uyumlu milli ikilimiz vardı. rakı şişesiyle kehribar kavun.”


Başkalarını ne kadar kolay yargılayabiliyoruz değil mi? Hayat tarzlarına bakarak çıkarımlar yapıyoruz kendimizce. O şöyle bu böyle diye herkese etiketler koyuyoruz. Ne yaşadığını bilmeden... Bizim gibi olmayana saygımız yok. Ama bazılarımız saygı gösterir gibi görünmeyi de ihmal etmiyor. Biraz işveli bir kadın gördüğümüzde hemen "yollu", biraz aykırı bir kadın gördüğümüzde de "ahlaksız" olabiliyor. Neden herkes her olaya aynı tepkiyi vermek zorunda olsun ki. Hayat insana eşit şartlar sunmuyorken neden herkes birbirinin aynı gibi olmalı? Doğumundan beri zengin bir ailede el bebek gül bebek olarak prensesler gibi büyümüş bir kadın ile kendisi dışındaki insanlar yüzünden ordan oraya savrulmak zorunda kalmış, annesi ve babasının günahları yüzünden farklı seçimler (bilinçli ya da bilinçsiz) yapmak zorunda kalan kadın bir olur mu? 

İnsanlar hata yapar, bazen hata yaptıklarının bilincinde ola ola hata yapar. Sonrasında bundan pişman olsa bile geri dönemez. Önemli olan yaptığımız hatalardan ders almak. Benim yazacaklarım bu kadar. Kitaptan hiç mi bahsetmedim? Evet bahsetmedim. Çünkü okumanız gerekiyor. Bazen insanların kötülük diye tabir ettiğimiz şeyleri neden yaptığını anlamak ve bunu yaparken neler hissettiğini anlamak için sizin de okumanız gerekiyor. Mutlu okumalar...

K. Özcan

Dipnot:

peygamberimiz: - ey üsame, bu adamı "lâilâhe illallah" dedikten sonra niçin öldürdün? diye sordu. üsame: - o, ölümden kurtulmak için "iâilâhe illallah" dedi. peygamberimiz: - "kalbini yardın da baktın mı? buyurdu.





5 Ocak 2017 Perşembe

Frans De Waal - İÇİMİZDEKİ MAYMUN /BİZ NEDEN BİZİZ?




‘’ Muhallebi çocukları ülkesinde mi büyüdüm? Belki, ama buradaki asıl mesele, şiddetin farklı toplumlarda ifade ediliş biçimleri arasında büyük farklılık olması. En çok neye değer veririz: Uyuma mı rekabete mi? İnsan türünün sorunu budur. Bütün bunların içinde bir yerlerde gerçek insan doğası barınıyor ama öyle farklı yönlere esnetilmiş ki doğal olarak rekabetçi miyiz, yoksa doğal olarak cemiyet kurucu muyuz söylemek zor. Aslında her ikisiyiz ama her toplum kendi dengesini kuruyor. Amerika’da’ ’gıcırdayan tekere yağ sürülür’’. Japonya’da ‘’gevşeyen çivi çakılır’’.


İnsan melek mi, şeytan mı? Savaşan mı barışan mı? Çatışan mı, uzlaşan mı? Bu soruların yanıtını primatolog Frans De Waal doğadaki yakın akrabalarımız şempanzeler ve bonobolar üzerinden arıyor.
Kanımızdaki iktidar hırsından, cinselliğe, şiddete ve iyi ahlaka kadar evrim bize neler söylüyor? Yıllarca insanın şiddet eğiliminin doğasının ayrılmaz bir parçası olduğu, eğitim ve kültür ile şiddetin önlenebileceği söylendi. Ancak şiddet ne kadar doğal bir olgu? Hayvanlar vahşidir. Biz insanlar ehlileştik demek ne kadar doğru? Bu kitap işte bu klişelere karşı çıkıyor.
Kitabı okuduktan sonra şempanzelerin şeytan huylu, bonoboların da melek huylu akrabalarımız olduğunu düşünüyorum. Bonobolar biraz hippilere benziyorlar yazarın deyimiyle. Bonobolar doğanın belki de tek feminist, dişi egemen toplumu aynı zamanda. Bonoboların diğer hayvan topluluklarından daha barışçıl yaşadıklarını okuduğumda acaba insanlığın yönetiminde kadınlar egemen olsaydı bizim dünyamız nasıl olurdu diye düşünmekten de kendimi alamadım.

A. KOŞBAY


Miguel de Cervantes Saavedra - DON QUIJOTE







‘’Don Quijote hem beyaz ay şövalyesinin kurumuna, hem de düellonun sebebine şaşırmıştı;  ağır ve haşin bir edayla cevap verdi:
‘’Ey, kahramanlıkları şu ana kadar kulağıma gelmemiş olan Beyaz Ay Şövalyesi, soylu Dulciena’yı hiç görmemiş olduğunuza yemin edebilirim; çünkü eğer görmüş olsaydınız, biliyorum ki böyle bir işe girişmekten kaçınırdınız; zira onu görmekle, güzelliğiyle kıyaslanabilecek bir güzellik olmadığını, olamayacağını kavramış olurdunuz. Bu sebeple, size yalan söylediğinizi değil,yanıldığınızı ifade ederek, saydığınız şartlarla düello yapmayı kabul ediyorum; hem de belirlemiş olduğunuz günü geçmesin diye derhal. Sadece sizin kahramanlıklarınızın şöhretinin bana geçmesi şartını kabul etmiyorum; çünkü ne gibi kahramanlıklar olduklarını bilmiyorum; bana kendi kahramanlıklarım, nasıl olurlarsa olsunlar yetiyor.’’

Tarihin miladı vardır. Çağları birbirinden ayıran olaylar vardır.  Edebiyatta, romanın da bir miladı var: Don Quijote(Don Kişot). Romanları Don Quijote öncesi ve Don Quijote sonrası olarak ayırırsak pek de yanlış olmaz gibi geliyor. Don Quijote öncesi şövalye romanları vardı. Savaşlar, kahramanlık hikâyeleri, abartılı anlatımlar… Cervantes; İnebahtı Deniz savaşına katılmış, çok ciddi yaralanmış, esir düşmüş, bin bir güçlükle ülkesi İspanya’ya geri dönebilmiş. Kahramanlık destanlarına pek içinin ısınmaması, alaycı bir yaklaşım benimsemesi kendi tecrübelerinden olsa gerek. Don Quijote’u sadece beylik şövalye romanlarıyla dalga geçen bir yergi olarak kabul etmek, eğlenceli bir macera romanı olarak görmek haksızlık olur. Çok katmanlı, iç içe geçmiş pek çok öyküyü barındırıyor içinde.  Romanı daha önce sadeleştirilmiş metinlerden okuduysanız kaçırdığınız çok şey var. Roza Hakmen’in tam metni kapsayan ve İspanyolca aslından yaptığı YKY ‘den çıkan çevirisini Don Quijote’u hiç okumayanlar da daha önce çocukluğunda sadeleştirilmiş çevirileri okuyanlar da okumalı.
Don Quijote; kahramanının yel değirmenlerini canavar devler zannederek onlara saldırmasından ibaret değil yalnız. Kitap idealizm(Don Quijote) ile oportünizm yani fırsatçılık(Sancho Panza) arasındaki karşıtlık temelinde okunabilir. Tabii Don Quijote’un ideallerinin mantıklı olduğunu söyleyemem. Ancak dünyadaki her düşünce, inanç ya da ideolojinin de mantıklı olduğunu iddia edemeyiz.
Kahramanımızın sıradan köylü kızı Dulciena’ya olan naif aşkı ise aşk ile ilgili evrensel bir gerçeği ortaya koyuyor: Aşkın gözü kördür.
Ve tabii ki bir yol hikâyesi Don Quijote. Köylüler, çobanlar, öğrenciler, eğlence peşinde koşan asilzadeler, haydutlar, forsalar, kavuşamayan âşıklar, şövalyeler(!) ve bin bir çeşit insanla bir çağın tanıklığı… Ama o çağı da aşarak her çağdan insanlığın tanıklığı…
Sizi; bir Don Kişotluk yaparak bu 886 sayfalık modern romanın başlangıcı olan kitabı okumaya davet ediyorum.

A. Koşbay

Orhan Veli - BÜTÜN ŞİİRLERİ




‘’ İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı;
   Önce hafiften bir rüzgâr esiyor;
   Yavaş yavaş sallanıyor
   Yapraklar, ağaçlarda;
  Uzaklarda çok uzaklarda,
  Sucuların hiç durmayan çıngırakları;
  İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı’’
…..

Ağlasa sesini mısralarında duyabileceğimiz, İstanbul’u gözleri kapalı dinleyen, nasırından mustarip bir garip Süleyman Efendiyi şiirine buyur eden, cebi delik, cepkeni delik bir garip şair: Orhan Veli.
Ondan önce Türk şiiri daha kibirliydi. Öyle her şey şiirin konusu olamazdı. Gündelik hayatın şiirde ne işi vardı? Şiirin bir saygınlığı vardı canım. Süleyman efendinin nasırı niye ilgilendirsin insanları? Mantıksızlıklara, salt hayal gücüne yer yoktu. Hiç insan rakı şişesinde balık olabilir miydi? Hem neredeydi ölçü, uyak, düzen? Konuşur gibi halkın dilinden şiir yazılır mıydı? Ya imgeler efendim imgeler neredeydi şiiri şiir yapan. Bir garip, bir tuhaf şiirdi bu. Şiir bile değildi birçoklarına göre. Ama edebiyat; sadece edebiyat tarihçilerinin, eleştirmenlerin, çokbilmiş üstat yazar ve şairlerin yargılarına göre şekillenmez. Sadık okurlarının inadı taşır geleceğe Orhan Veli’yi. Dün okuyorlardı onu. Bugün okuyoruz. Yarın da okuyacaklar.
Ben en çok İstanbul’u Orhan Veli’nin şiirleriyle sevdim. Şiirlerini okuduğunuzda insanı seviyorsunuz yeniden, denizi seviyorsunuz yeniden, umut ediyorsunuz yeniden, yaşamayı seviyorsunuz yeniden.

Edebiyatımızda Sait Faik’in kan kardeşi Orhan Veli, genç yaşında göçüp gitmeseydi belki de sadece şair olarak değil bir öykücü olarak da damga vuracaktı edebiyatımıza. Ama bir garip memlekette bir garip şair, belediyenin açık unuttuğu çukura düşerek ayrıldı o çok sevdiği dünyadan.

A.Koşbay

Sabahattin Ali - CANIM ALİYE, RUHUM FİLİZ




Kitap, Sabahattin Ali’nin eşi Aliye Ali’ye ve kızı Filiz Ali’ye 1935-48 yılları arasında yazdığı mektupların bir kısmını içermektedir.

Mektuplarda S. Ali, Aliye Ali’ye olan aşkını, hasretini, sevgisini, özlemini öylesine güzel, öylesine duru, öylesine samimi, taa yüreğinden, en içten sözcüklerle anlatmış ki… Bütün kalbinizle o ulu aşkı hissedeceksiniz. Ben okurken eridim bittim resmen, kimbilir Aliye Hanım neler hissetmiştir…

Mektuplardan oluşan bu kitabı okuduğunuzda romantik bir eş ve mükemmel bir aile babası ile tanışacaksınız ve defalarca defalarca defalarca okumak isteyeceksiniz… Ancak kitapta kendisine gelen yanıtlar yer almıyor ve çok kısa zamanda bitiyor, bu durum sizi üzebilir.


Mektuplardan bölümler paylaşmak istiyorum:

“Etrafın seni sıktığı zaman kitap oku… Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. Bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz. İnsan muhittin bayağı, manasız, soğuk tesirlerinden kurtulmak istediği zaman yalnız okumak fayda verir. Bana en felaketli günlerimde kitaplarım arkadaş oldu. Fakat bu yetmiyor. Şiirlerimde de gördün ki, kitaplara rağmen çok ıstırap çektim. Çünkü candan bir insanım yoktu. Sen benim yarım kalan tarafımı ikmal edeceksin.”

“Binlerce defa dudaklarından öperim Aliye’m.”

“Pek az misafirliğe gitmek ve pek az misafir çağırmak istiyorum. Bir sürü fesat ve dedikoducu insanlarla ahbaplık edip ne olacak sanki?”

“Hayat ve felaketler beni o kadar gülmekten ve neşeden uzaklaştırdı ki kendimi, senin getirdiğin bu saadet dünyası içinde bile şaşkınlıktan kurtaramıyorum.”





Kitap Okumak Harika Bir Eylemdir!


Esra K.K.