SARI YAZMALI
…
Bir gece yarısı çalınır kapın
Alıp götürürler erkeğini,
Kaçak mıdır, kaçakçı mıdır bilmezsin.
Yüreğine kızgın hançer sokulur.
Uyku girmez kalan yaşlı gözüne
Gökte misin, yerde misin
Bekleyişin ezgi olur, açılır,
Türkü olur yaprak yaprak dökülür:
“Pencerelerde perde misin?”
Karakışta limon fidesi gibi
Isıtırsın yetimini koynunda.
Boynu bükük büyütürsün yavrunu.
Avucu kınalı, gözü sürmeli,
Tabanı nasırlı, eli kazmalı,
Kara toprak ellerinde un ufak…
Ellerinde bir tek tohum
Dolu dolu, sarı sarı bir başak!
Al paçalıklı, sırtı küfeli,
Başı çifte çifte sarı yazmalı
Siler gibi alınterini çevrene
Bu karayazıyı alnından silip
Kendi özyazını, kendin yazmalı!
RIFAT ILGAZ
Kastamonu/ Cide, 1978
Her yörenin kendine özgü giyimi, tatları, lehçesi…vb. vardır, bilindiği
gibi. Batı Karadeniz’in gözdesi Kastamonu’nun da sarımsağı, pidesi,çekme helvası , kaz yağıyla harmanlanmış banduması gibi eşşiz tatlarının yanısıra
yöreyle özdeşleşen Sarı Yazması da vardır. Sarı Yazma demek
Kastamonu’dur, Kastamonu demek Sarı Yazma…
Çok uzun sürede okuduğum kitaplar arasındadır, Sarı Yazma.
Akıcılığı ya da üslubundan kaynaklanmıyor bu, bilakis son derece sade bir dil
ile yazmış otobiyografisini Koca Çınar.
2017’nin ilk kitabı olarak seçtiğim 529 sayfalık bu güzel kitap
15. gününde nihayet bitti. Hem “güzel kitap” diyorsun, hem de “nihayet
bitti” ifadesini kullanıyorsun, dediğinizi duyar gibiyim. Evet öyle. Kitap çok
güzel olsa da, hedeflediğim sürede bitmediğinde kendime kızıyorum. Güzel olan
kitabın içeriği değil, anlatımı güzel yalnızca! Çünkü satırlar arasında
süzülürken gözleriniz, sızım sızım sızlayacak sizin de yüreğiniz… Geç bitirmem
bundan ötürü… (Tabi bir de bu aralar örgüye başladım bunun da biraz etkisi var.
Ben okurken dayanamadım R.Ilgaz ise yaşamış tüm bunları, okudukça yüreğim
sızladı, yüreğim sızladıkça ördüm ördüm ördüm…)
Yazarın külliyatını tamamlamak üzereyim neredeyse… Hemen hemen
her kitabındaki mizah içeriğine öyle alışıyorsunuz ki, Sarı
Yazma’nın satırlarını okurken gökdelenden düşmüş gibi oluyorsunuz, tabir-i
caizse. Acı, acı, acı… Katıksız acı. Bir satırında dahi güldüğümü
hatırlamıyorum. Onca hastalık, yoksulluk, ayrılık, kalp yarası, ayrımcılık,
eşitsizlik, açlık, işsizlik bir yana; gerek mesleği gereğince farklı şehirlerde
yaşamak zorunda kalmalarından yârine (Rikkatine) duyduğu hasret, çocuklarına
duyduğu özlem, başka bir yana… Ve tüm bunların yanında uzun yıllar süren
hapishane ve hastane dönemleri de cabası…
Bunca acıyla boğuşan adeta feleğin çemberinden geçen bir
yazarın, okuyucuyu güldüren hikayeler yazması, yazabilmesi ne tuhaf… Hoş,
ağız dolusu kahkahalar attırmıyor insana kitapları, trajikomik hikayelerle
bezeli genelde ama hayatı böylesine ti’ye alan bir yazarın iç dünyasıyla
tanışmak son derece şaşırtıcı… Bir yaşadıklarını düşünüyorsunuz, bir de
yazdıklarını… İlerleyen sayfalarda “Gelecek günlere inanıyorduk,
çağdaşlarımla birlikte. İnanmasam bunca çileye nasıl göğüs gererdim, bu çürük
ciğerle?” diyerek cevabına ulaşıyorsunuz.
Sahi “yazar” da olsa bunu nasıl başarabilir ki bir insan? Sen
eğitim-öğretim ve meslek hayatında oradan oraya savrul, Hababam Sınıfı’nı yaz,
gülmekten kır geçir ahaliyi. Sen onca yıl İnce Hastalık denilen meretle boğuş,
Pijamalilar’ı yaz, memleketteki hastanelerin ağlanılacak hallerine güldür cümle
alemi. Sen bu kadar sefalet, işsizlik gör, Meşrutiyet Kıraathanesi’ni yazarak
yine mantık hatasıyla dolu hiyerarşik sistemi, siyaseti, güçlüyü-güçsüzü
düşündürüp, lahavle çektirirken bile yine güldür, yine düşündür… Tüm bunları
nükteli bir dille yazabilme özelliği içindeki vatan-millet sevgisi, Edebiyat
tutkusu, meslek aşkı sayesınde haksızlıklarla, mantık hatalarıyla, işleyişle,
gidişatla ancak bu şekilde baş edebilme psikolojisi geliştirme değil de ne?
Ters psikoloji herkesi böylesine derin, böylesine demir adam yapabilse keşke,
öyle değil mi?
Kitapta 100 yıl öncesine kadar uzanıyorsunuz. Kah 30’lar, kah 50’lar, kah 40’ler Türkiye’sini siz de yaşıyorsunuz, zaman tüneline
girmişçesine… O dönemlere aile büyüklerimizden duyduklarımızla,
filmlerden izlediklerimizle, göreceli biyografilerden ve kuru tarih
kitaplarından okuduklarımızla yabancı olmadığımızı sanıyoruz ama yanılıyoruz;
otobiyografi türünde bir eserden okuduğunuzda bambaşka bir dünya ile
tanışıyorsunuz. Nasıl dayanmışlar, nasıl yaşamışlar o günleri, ben olsam ne
yapardım diye düşünmeden edemiyorsunuz… Çünkü okuduklarınız kurgu roman değil,
gerçek bir yaşam öyküsü…
Kitapta neler neler, kimler kimler yok ki… Aziz Nesin,
Sabahattin Ali, Hasan Ali Yücel… Sohbetleri, dergileri, gazeteleri,
karikatürleri, anıları, ortaklıkları, dayanışmaları, ortak kaderleri…
Sadece R.Ilgaz’ın yaşamına dair anıları bulmayacak Kastamonu’nun
o eşsiz doğasını görmediyseniz bile görmüş gibi olacaksınız bu satırlarda;
yeşilin 50 tonunu barındıran Küre Dağları’na sırtınızı verip o uzuuuuun, o
masmavi Cide sahiline yüzünüzü dönüp çayınızı yudumlarken hayal edeceksiniz
kendinizi, Gideros’un masmavi koyunda eski bir kayıkta karşı kıyıya geçerken
küreği siz çeviriyor olacaksınız, Kurucaşile’yi, Ilgaz’ı, Araç’ı, Abana’yı,
Kastamonu’yu, Samsun’u okurken aslında görüp gezeceksiniz bir nevi… Çok okuyan
mı bilir, çok gezen mi diye düşünüyorsanız hala cevabını ben söyleyeyim:
Gençken bolca gezmeli, görüyorken bolca okumalı. İkisi içinde gereken evvela
sağlık! Mutlaka ama mutlaka kendinize küçük bir Batı Karadeniz turu ısmarlayın
ve gezin görün benim de baba memleketim olan Kastamonu sahillerini ve tabiki
öncesinde Koca Çınar’ın Sarı Yazma’sını, Halime Kaptan’ını da okuyun ve diğer
eserlerini de… Cide’ye gittiğinizde Rıfat Ilgaz’ın müzeye dönüştürülen
Safranbolu evi özellikleri taşıyan güzel evini de ziyaret edin.
R.Ilgaz’ın anne ve babası aslen Bartın’lıdır ancak kendisi
Cide’de açmıştır gözlerini hayata, her zaman çok sevmiştir burayı, bu
sebeplerle kendisini Cideli olarak tanımlar. “Koca Çınar” derler ona. Bu ülkede
Rıfat Ilgaz olmak kolay değildir, Koca Çınar olmak ise hiç kolay olmamıştır…
Okumak Harika Bir Eylemdir!
Esra K.K.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder