18 Ocak 2017 Çarşamba

Rıfat Ilgaz - SARI YAZMA



SARI YAZMALI
Bir gece yarısı çalınır kapın
Alıp götürürler erkeğini,
Kaçak mıdır, kaçakçı mıdır bilmezsin.
Yüreğine kızgın hançer sokulur.
Uyku girmez kalan yaşlı gözüne
Gökte misin, yerde misin
Bekleyişin ezgi olur, açılır,
Türkü olur yaprak yaprak dökülür:
“Pencerelerde perde misin?”

Karakışta limon fidesi gibi
Isıtırsın yetimini koynunda.
Boynu bükük büyütürsün yavrunu.
Avucu kınalı, gözü sürmeli,
Tabanı nasırlı, eli kazmalı,
Kara toprak ellerinde un ufak…
Ellerinde bir tek tohum
Dolu dolu, sarı sarı bir başak!

Al paçalıklı, sırtı küfeli,
Başı çifte çifte sarı yazmalı
Siler gibi alınterini çevrene
Bu karayazıyı alnından silip
Kendi özyazını, kendin yazmalı!

RIFAT ILGAZ
Kastamonu/ Cide, 1978



Her yörenin kendine özgü giyimi, tatları, lehçesi…vb. vardır, bilindiği gibi.  Batı Karadeniz’in gözdesi Kastamonu’nun da sarımsağı, pidesi,çekme helvası , kaz yağıyla harmanlanmış banduması gibi eşşiz tatlarının yanısıra yöreyle özdeşleşen Sarı Yazması da  vardır. Sarı Yazma demek Kastamonu’dur, Kastamonu demek Sarı Yazma…

Çok uzun sürede okuduğum kitaplar arasındadır, Sarı Yazma. Akıcılığı ya da üslubundan kaynaklanmıyor bu, bilakis son derece sade bir dil ile yazmış otobiyografisini Koca Çınar.

2017’nin ilk kitabı olarak seçtiğim 529 sayfalık bu güzel kitap 15. gününde nihayet bitti. Hem “güzel kitap”  diyorsun, hem de “nihayet bitti” ifadesini kullanıyorsun, dediğinizi duyar gibiyim. Evet öyle. Kitap çok güzel olsa da, hedeflediğim sürede bitmediğinde kendime kızıyorum. Güzel olan kitabın içeriği değil, anlatımı güzel yalnızca! Çünkü satırlar arasında süzülürken gözleriniz, sızım sızım sızlayacak sizin de yüreğiniz… Geç bitirmem bundan ötürü… (Tabi bir de bu aralar örgüye başladım bunun da biraz etkisi var. Ben okurken dayanamadım R.Ilgaz ise yaşamış tüm bunları, okudukça yüreğim sızladı, yüreğim sızladıkça ördüm ördüm ördüm…)

Yazarın külliyatını tamamlamak üzereyim neredeyse… Hemen hemen her  kitabındaki  mizah içeriğine öyle alışıyorsunuz ki, Sarı Yazma’nın satırlarını okurken gökdelenden düşmüş gibi oluyorsunuz, tabir-i caizse. Acı, acı, acı… Katıksız acı.  Bir satırında dahi güldüğümü hatırlamıyorum. Onca hastalık, yoksulluk, ayrılık, kalp yarası, ayrımcılık, eşitsizlik, açlık, işsizlik bir yana; gerek mesleği gereğince farklı şehirlerde yaşamak zorunda kalmalarından yârine (Rikkatine) duyduğu hasret, çocuklarına duyduğu özlem, başka bir yana… Ve tüm bunların yanında uzun yıllar süren hapishane ve hastane dönemleri de cabası…

Bunca acıyla boğuşan adeta feleğin çemberinden geçen bir yazarın, okuyucuyu güldüren hikayeler yazması, yazabilmesi ne tuhaf…  Hoş, ağız dolusu kahkahalar attırmıyor insana kitapları, trajikomik hikayelerle bezeli genelde ama hayatı böylesine ti’ye alan bir yazarın iç dünyasıyla tanışmak son derece şaşırtıcı… Bir yaşadıklarını düşünüyorsunuz, bir de yazdıklarını… İlerleyen sayfalarda  “Gelecek günlere inanıyorduk, çağdaşlarımla birlikte. İnanmasam bunca çileye nasıl göğüs gererdim, bu çürük ciğerle?” diyerek cevabına ulaşıyorsunuz.

Sahi “yazar” da olsa bunu nasıl başarabilir ki bir insan? Sen eğitim-öğretim ve meslek hayatında oradan oraya savrul, Hababam Sınıfı’nı yaz, gülmekten kır geçir ahaliyi. Sen onca yıl İnce Hastalık denilen meretle boğuş, Pijamalilar’ı yaz, memleketteki hastanelerin ağlanılacak hallerine güldür cümle alemi. Sen bu kadar sefalet, işsizlik gör, Meşrutiyet Kıraathanesi’ni yazarak yine mantık hatasıyla dolu hiyerarşik sistemi, siyaseti, güçlüyü-güçsüzü düşündürüp, lahavle çektirirken bile yine güldür, yine düşündür… Tüm bunları nükteli bir dille yazabilme özelliği içindeki vatan-millet sevgisi, Edebiyat tutkusu, meslek aşkı sayesınde haksızlıklarla, mantık hatalarıyla, işleyişle, gidişatla ancak bu şekilde baş edebilme psikolojisi geliştirme değil de ne? Ters psikoloji herkesi böylesine derin, böylesine demir adam yapabilse keşke, öyle değil mi?

Kitapta 100 yıl öncesine kadar uzanıyorsunuz. Kah 30’lar, kah 50’lar, kah 40’ler Türkiye’sini siz de yaşıyorsunuz, zaman tüneline girmişçesine… O dönemlere  aile büyüklerimizden duyduklarımızla, filmlerden izlediklerimizle, göreceli biyografilerden ve kuru tarih kitaplarından okuduklarımızla yabancı olmadığımızı sanıyoruz ama yanılıyoruz; otobiyografi türünde bir eserden okuduğunuzda bambaşka bir dünya ile tanışıyorsunuz. Nasıl dayanmışlar, nasıl yaşamışlar o günleri, ben olsam ne yapardım diye düşünmeden edemiyorsunuz… Çünkü okuduklarınız kurgu roman değil, gerçek bir yaşam öyküsü…

Kitapta neler neler, kimler kimler yok ki… Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Hasan Ali Yücel… Sohbetleri, dergileri, gazeteleri, karikatürleri, anıları, ortaklıkları, dayanışmaları, ortak kaderleri…

Sadece R.Ilgaz’ın yaşamına dair anıları bulmayacak Kastamonu’nun o eşsiz doğasını görmediyseniz bile görmüş gibi olacaksınız bu satırlarda; yeşilin 50 tonunu barındıran Küre Dağları’na sırtınızı verip o uzuuuuun, o masmavi Cide sahiline yüzünüzü dönüp çayınızı yudumlarken hayal edeceksiniz kendinizi, Gideros’un masmavi koyunda eski bir kayıkta karşı kıyıya geçerken küreği siz çeviriyor olacaksınız, Kurucaşile’yi, Ilgaz’ı, Araç’ı, Abana’yı, Kastamonu’yu, Samsun’u okurken aslında görüp gezeceksiniz bir nevi… Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi diye düşünüyorsanız hala cevabını ben söyleyeyim: Gençken bolca gezmeli, görüyorken bolca okumalı. İkisi içinde gereken evvela sağlık! Mutlaka ama mutlaka kendinize küçük bir Batı Karadeniz turu ısmarlayın ve gezin görün benim de baba memleketim olan Kastamonu sahillerini ve tabiki öncesinde Koca Çınar’ın Sarı Yazma’sını, Halime Kaptan’ını da okuyun ve diğer eserlerini de… Cide’ye gittiğinizde Rıfat Ilgaz’ın müzeye dönüştürülen Safranbolu evi özellikleri taşıyan güzel evini de ziyaret edin.

R.Ilgaz’ın anne ve babası aslen Bartın’lıdır ancak kendisi Cide’de açmıştır gözlerini hayata, her zaman çok sevmiştir burayı, bu sebeplerle kendisini Cideli olarak tanımlar. “Koca Çınar” derler ona. Bu ülkede Rıfat Ilgaz olmak kolay değildir, Koca Çınar olmak ise hiç kolay olmamıştır…


Okumak Harika Bir Eylemdir!
Esra K.K.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder