‘’ İstanbul’u
dinliyorum gözlerim kapalı;
Önce hafiften bir rüzgâr esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları;
İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı’’
…..
Ağlasa
sesini mısralarında duyabileceğimiz, İstanbul’u gözleri kapalı dinleyen,
nasırından mustarip bir garip Süleyman Efendiyi şiirine buyur eden, cebi delik,
cepkeni delik bir garip şair: Orhan Veli.
Ondan
önce Türk şiiri daha kibirliydi. Öyle her şey şiirin konusu olamazdı. Gündelik
hayatın şiirde ne işi vardı? Şiirin bir saygınlığı vardı canım. Süleyman
efendinin nasırı niye ilgilendirsin insanları? Mantıksızlıklara, salt hayal
gücüne yer yoktu. Hiç insan rakı şişesinde balık olabilir miydi? Hem neredeydi
ölçü, uyak, düzen? Konuşur gibi halkın dilinden şiir yazılır mıydı? Ya imgeler
efendim imgeler neredeydi şiiri şiir yapan. Bir garip, bir tuhaf şiirdi bu.
Şiir bile değildi birçoklarına göre. Ama edebiyat; sadece edebiyat tarihçilerinin,
eleştirmenlerin, çokbilmiş üstat yazar ve şairlerin yargılarına göre
şekillenmez. Sadık okurlarının inadı taşır geleceğe Orhan Veli’yi. Dün
okuyorlardı onu. Bugün okuyoruz. Yarın da okuyacaklar.
Ben
en çok İstanbul’u Orhan Veli’nin şiirleriyle sevdim. Şiirlerini okuduğunuzda
insanı seviyorsunuz yeniden, denizi seviyorsunuz yeniden, umut ediyorsunuz
yeniden, yaşamayı seviyorsunuz yeniden.
Edebiyatımızda
Sait Faik’in kan kardeşi Orhan Veli, genç yaşında göçüp gitmeseydi belki de
sadece şair olarak değil bir öykücü olarak da damga vuracaktı edebiyatımıza.
Ama bir garip memlekette bir garip şair, belediyenin açık unuttuğu çukura
düşerek ayrıldı o çok sevdiği dünyadan.
A.Koşbay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder