24 Şubat 2017 Cuma

Galileo Galilei - İKİ BÜYÜK DÜNYA SİSTEMİ HAKKINDA DİYALOG




‘’ Sagredo- Hayatında merdiven hakkında hiçbir fikri olmayan birine çok yüksek bir kule gösterilse ve ona kulenin tepesine gitme arzusunun içinde kıpırdayıp kıpırdamadığı sorulsa inanıyorum ki kesinlikle hayır derdi, noktaya ulaşmak için uçmaktan başka yolla da gidilebileceğini idrak etmediği için.
Merdivenler gösterilse çıkmayı daha önce imkânsız bulduğu yere kendi enerjisi sayesinde basamakları bir bir çıkarak o noktaya varılabileceğini anlar ve kendi kendine gülerek fazla öngörülü davranmadığını itiraf ederdi.’’




Dünya yuvarlaktır ve diğer gezegenlerle birlikte güneşin etrafında döner. Bu temel bilgiyi küçücük bir çocukken anne babamız anlattı bize ya da ilkokul birde öğretmenimizden öğrendik. Üzerinde düşünmüyoruz bile. O kadar doğal ki. İki gözümüz, iki kulağımız olması gibi, karın beyaz renkli olması gibi. Ama insanlığın bu gerçeği kabullenmesi çok zaman aldı. İyonya’da ilerleyen bilim, Aristoteles’in fikirleriyle donmuştu. Sistemimizin merkezinin Dünya olduğu ve bütün gezegenlerin buna Güneş de dâhil Dünya etrafında döndüğü(!) kabul edilmişti. Uzun süre Aristoteles’in bu fikrine kimse karşı çıkmaya cesaret edemedi. Bu öğreti Kilise tarafından da destekleniyordu. Aksi bir görüş, en ufak bir kuşku dahi dile getirilemiyordu. Engizisyon geleneğe aykırı fikirleri engellemek için pusudaydı. Sonra gözü kara bir İtalyan bilim adamı tarih sahnesine çıktı ve çok yalın bir şey söyledi: ‘’Hayır, dedi siz yanılıyorsunuz. Güneş dünyanın etrafında dönmüyor, gerçek bu değil. Gerçek tam tersi. Güneş merkezdedir, Dünya ve bütün diğer gezegenler de Güneşin etrafında dönmektedir. ‘’ Bu çılgın bilim adamı Galileo Galilei idi. İnanılmaz şeyler söylüyordu çağdaşlarına göre.  Güneş Merkezli fikir kolaylıkla ispatlanabilirdi. Pek çok kanıt mevcuttu ve bu kanıtları üç kurmaca İtalyan entelektüelini konuşturduğu, diyaloglardan oluşan kitabı ‘’İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog’’ da kaleme aldı. Salviati, Güneş Merkezli evren fikrinin temsilcisi kitapta. Simplicio, Aristoteles’in Dünya merkezli evren anlayışının savunucusu. Sagredo ise iki zıt kuram arasında sorgulayarak doğruyu bulmaya çalışıyor. 
Kitap yayınlandıktan sonra Galileo Galilei engizisyonda yargılandı, sapkınlıkla suçlandı ve tehditlere boyun eğerek görüşlerinden vazgeçtiğini bildiren bir mektubu okudu. Engizisyondan böylece kurtuldu ve son yıllarını gözetim altında başka konulara yönelik bilimsel çalışmalarla geçirdi. Bu, bana mitolojide Prometheus’un Zeus’un elinden ateşi çalıp insanlığa armağan etmesini hatırlatıyor. Zeus’un hışmından kurtulamadı Prometheus belki ama insanlık da ateşe kavuştu ve bir daha hiç karanlıkta kalmadı. Galilei ’nin yaktığı ateş de bir daha hiç sönmedi. Özgürleşmeyle birlikte görüşleri de kabul edildi. Yüzyıllar sonra ise Kilise Galilei davası ile ilgili pişmanlığını dile getirecekti.
Günümüzde hepimizin bildiği bir gerçeği neden okuyalım? Bilim kitaplarını neden okuyalım? Bu sorulara yanıtımı Türk bilim adamı Engin Umut Akkaya’nın bir sözünü alıntılayarak vermeme izin verin.
 ‘’Bugüne kadar evren bize bir tek büyük sırrını vermiştir; o da evrenin anlaşılabilir olduğudur. Ve biliyoruz ki, ancak bilimle insan korkularını ve tüm diğer zayıflıklarını aşıp, küçük mavi gezegendeki ve evrendeki gerçek yerini kavrayabilecektir.’’


A. KOŞBAY



Turgut Uyar - BÜYÜK SAAT




‘’ Tarihi bir hazin balkıma gibi
Biliyorum kafiyeyi bozduğumu.
Başka şeyleri de bozduğumu. Ve biliyorum ki
hüzün varsa içinde, bozukluk bile hoşuna gider Naci’nin
Biliyorum ki bozukluk bağışlanır, sevilir bile
İçinde bulunan herkesin ölmüş olduğu eski fotoğraflarda
Ve Akdenize yelken basan kotralarda
Kuytu mağaralarında Karadenizin
Sessizlik ve görülmezlik bir büyük bahanedir.’’

Turgut Uyar’ın bütün şiirlerinin bir arada sunulması amacını taşıyan bu kitap, şairin daha önce basılmış kitaplarının ve dergilerde kalmış şiirlerinin derlemesinden oluşuyor.  Şairin en önemli şiirlerinden biri kabul edilen Büyük Saat’in adını taşıyan bu derleme ile Turgut Uyar’ın bütün şairlik serüveninin tanığı oluyoruz.
Orhan Veli ve arkadaşları Garip akımıyla Türk şiirine yeni bir soluk getirmişler, şiirin dilini yenilemişlerdi. Onlar, Türk şiirinin Birinci Yenileriydi. Sonra Turgut Uyar ve arkadaşları geldiler. Kendilerinden önce gelen bütün kuralları, tabuları yıktılar. Garipçilerin bile değiştirmeye ellerinin varmadığı gelenekleri söküp attılar koca bir çınar olan Türk Şiirinin köklerinden. - Bir hatırlatma: Turgut Uyar’ın Divanı ise geleneksel şiire bir saygı duruşu gibidir. Biçim geleneksel, dil yenidir.- Hem geleneksel şiire sırt dönüyorlardı büyük ölçüde hem de garipçilere. Çok yerildiler. Dilin yapısını bozmakla suçlandılar. Anlamsız şeylerdi yazdıkları birçoklarına göre. Ama bildiklerinden şaşmadılar. Türk Şiirine yeni ufuklar açtılar.
Şiir yazmakla şair olmak aynı şey değil. Şair olmak hayata şiirin penceresinden bakmayı gerektiriyor. Şiirle görmek, şiirle duymak, şiirle dokunmak, okurunu şiirle sar(s)mak… Şair Turgut Uyar’ın yaptıkları bunlardı. Ve kendi bildiği yolda yürüdü hep. Kavga etmedi. Didişmedi. Kendi şiiriyle dolu dolu yaşadı. Bir tel cambazının ağzından yazdığı şiirini şöyle bitirir:
‘’ Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yangelmişim dizboyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle döğüşemem
Siz ne derseniz deyiniz
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Ben tam dünyaya göre
Ben tam kendime göre
Ama sizin adınız ne

Benim dengemi bozmayınız’’

A. KOŞBAY

Elias Canetti - KÖRLEŞME




‘’Sabahın ilk soluk ışıkları, onu iş başında buldu. Saat altıda diz çökmüş, karanlığın koridor boyunca açılışını izlemekteydi. Karşı duvardaki leke, gerçek karakterine büründü. Kaynağı belirsiz gölgeler-insanların değil nesnelerin gölgesiydi bunlar,  ama hangi nesnelerin?-fayansların üstüne vurdu, tehlikeli ve saygısız tonda bir griye dönüştü ve Kien’in adını koyup da yeni başlayan sabahı kendine zehir etmek niyetinde olmadığı bir renge yaklaştı. Kien varlıklarını kabule yanaşmaksızın ve ilk önce nazik bir ifadeyle, gölgelerden ya çekilmelerini ya da başka bir renk almalarını rica etti. Gölgeler ne yapacaklarını kestirmeksizin durakladılar. Kien isteğinde direndi. Karşısındakilerin kendilerinden emin olmadıkları gözünden kaçmamıştı. Gölgelere bir ültimatom vermeye karar verdi ve bu ültimatomu dinlemedikleri takdirde, kendileriyle ilişkilerini keseceğini bildirdi. Elinde baskı yapmasını sağlayacak başka araçlar da vardı, bundan ötürü uyarıyordu gölgeleri; onların karşısında savunmasız değildi.’’

Gerçek nedir? Gerçekle bağ nasıl kopar? Koparsa ne olur? Bizim gerçeğimizle başkalarının gerçeği aynı mı?  Körleşme, adım adım gerçekten uzaklaşan, katı sınırlar çizdiği dünyasından çıkamayan daha doğrusu çıkmak istemeyen bilim adamı Peter Kien ekseninde bu sorulara yanıt arıyor. Kendi alanı sinolojide bir dahi olarak görülen Peter Kien, gündelik hayat içindeyse bir çocuk kadar bile deneyime sahip değildir. Üzerine titrediği kitaplarına, hizmetçisinin de büyük değer verdiğini zannederek onunla evlenir ve olaylar garip bir şekilde gelişir. Kafka’dan aşina olduğumuz tuhaflıklar roman boyunca devam eder. Karısı evden Kien’i attığında, Kien kendi evinden kovulduğunu düşünmez. Kendisi dışarı çıkarak karısını içerde bırakmış, karısını o evde yaşamaya mahkûm etmiştir. Çok sevdiği kitaplığını ise evde bırakmıştır ama kafasında yeni bir kitaplık kurmakta ve bu hayali kitaplığı her gittiği otele götürmekte ve hayali kitaplarını gerçek kese kâğıtlarına sarmaktadır. Hatta bu hayali kitaplar için gerçek bir yardımcı bile tutar. Bu yardımcı ise Kien’in durumundan yararlanmak isteyen bir açıkgöz, dolandırıcı bir tip olan Fischer(le)dir. Ama Fischer de bir anlamda gerçeklikten kopmuş biridir. O da kendi hayal dünyasında sık sık sanrılarıyla baş başadır. Tıpkı kendi gerçekliğinde hapsolmuş diğer karakterler gibi.

Elias Canetti kitabı el yazısıyla mı yazdı yoksa daktiloda mı yazdı bilmiyorum. Ama yazarken kaleminden ya da daktilosundan dumanlar çıktığını hayal ediyorum. Kitabı bitirdiğimde geriye hangi duygular, düşünceler kaldı? Kien’i ve yoluna çıkan diğer karakterleri adım adım izlerken yüzeysel baktığımızda olaylar komik, eğlendirici gibi gözükebilir.  Derine indiğimizdeyse -eğer biz de körleşmediysek- göreceğimiz tek şey büyük bir acı, yakıcı bir insanlık dramı olacak.

A. KOŞBAY

20 Şubat 2017 Pazartesi

Jonathan Safran Foer - AŞIRI GÜRÜLTÜLÜ VE İNANILMAZ YAKIN


“Hayatına bir sürü insan girer ve çıkar! Binlercesi! Girebilsinler diye kapıyı açık tutman gereklidir! Ama bu aynı zamanda gitmelerine izin vermek de demektir!”

"O gece babam beni yatırır ve kitap hakkında konuşurken bu meseleye bir çözüm düşünüp düşünemediğini sormuştum. "Hangi mesele?" "Fazlasıyla önemsiz olmamız meselesi." "Pekala, bir uçak seni alıp Sahra Çölü'nün ortasına bıraksa ve sen orada, bir cımbızla bir kum tanesini yerinden bir milimetre oynatsan ne olur?" demişti. "Muhtemelen susuzluktan ölürdüm," demiştim. "Hayır, tam o anda, tek kum tanesini oynattığında demek istedim. Ne anlama gelirdi bu?" demişti. "Bilmem. Ne?" demiştim. "Düşün bakalım," demişti. Düşünmüştüm. "Herhalde bir kum tanesini oynattığım anlamına gelirdi." "Ki o da Sahra'yı değiştirdiğin anlamına gelirdi." "Yani?" "Yani mi? Yani, Sahra uçsuz bucaksız bir çöldür. Ve milyonlarca yıldır var. Ve sen onu değiştirdin!" "Doğru!" demiştim yerimde doğrularak. "Sahra'yı değiştirdim!" "Anlamı?" demişti. "Ne? Söyle." "Eh, Mona Lisa'yı yapmaktan veya kanseri tedavi etmekten bahsetmiyorum. Sadece bir kum tanesini bir milimetre oynatmaktan bahsediyorum." "E?" "Bunu yapmasaydın insanlık tarihi şöyle gidecekti" "Hı-hı?" "Ama yaptın. Yani?" Yatakta ayağa kalkmış, yıldızları göstermiş ve bağırmıştım: "İnsanlık tarihinin gidişatını değiştirdim!" "Doğru." "Evreni değiştirdim!" "Değiştirdin." "Ben, Tanrı'yım!" "Sen ateistsin." "Ben, yokum!" Yatağa, kollarına atlamıştım ve kahkahalarla gülmüştük."

11 Eylül sonrasında babasının ardından, babasının ona bıraktığı küçük şifreler ile yolunu bulan Oskar'ın hikayesini okuduktan sonra siz de benim gibi ağlamaklı olacaksınız. Ben her hüzünlü filmde ağlarım ama her kitap beni kolay kolay ağlatamaz. Bu kitabı okuduktan sonra özellkle bitişine yakın sayfalarda ağladım. Tabi öyle salya sümük değil. Hani uzun zamandır görmediğiniz bir dostunuzu görürsünüz de yaşadıklarınız aklına gelince sıcak bir his olur içinizde. Acıdan değil işte hüzünden kaynaklanan ağlama bu bahsettiğim. Her neyse ağlama üzerine bu kadar konuşmak yeter. "Herşey Aydınlandı"'dan sonra okuduğum ikinci Jonathan Safran Foer kitabı. Kitap biraz film gibi aslında. Flashback'ler oldukça yoğun kullanılmış. Bu 
arada kitabın filmi de yapıldı elbette. Hollywood böyle bir hikayeyi kaçırmazdı. Özellikle 11

Eylül konusu onlar için çok önemli. Ama önce kitap. Ben filmi de beğendim, izlerseniz

 onu da seveceğinize eminim. 

Not: Resimdeki yazının meali  "Sevdiğim herhangi birşeyi kaybetmekten korktuğum için sevmeyi reddediyorum"

K.Özcan

19 Şubat 2017 Pazar

Okumak Harika Bir Eylemdir !





Ben Esra. 3 yaşındayken okumayı söktüm. 4 yaşında ilk şiir kitabım yayınlandı. 5 yaşına geldiğimde Nobel Edebiyat Ödülü aldım. Hah hah hah, tabi ki kötü bir şaka.
Öncelikle baştan belirteyim; Aslı ve Kübra gibi  kitap okuma alışkanlığım öyle çoook küçük yaşlara dayanmıyor ve onlar gibi geniş bir arşive de sahip değilim. Ancak okuma edinimini geç kazanmış olsam da ben de kendi çapımda iyi bir okuyucuyumdur.

Aslında kitap okumayı her zaman sevmişimdir. Fakat kitap okumaktan soğuduğum/ korktuğum/ kaçtığım/ sıkıcı ve gereksiz bulduğum uzun yıllar oldu. Malum hepımız 7 yaşında okuma-yazma öğreniriz. Bunu, ders kitaplarının yanısıra  ilkokulda haftalık ve aylık dağıtılan dergi ve hikâye kitapları (Cin Ali, Ayşegül serisi vb. türden hikaye kitapları) okuyarak geliştiririz. Bir süre sonra artık bunlarla yetinemez olduğunuza karar verilir ve ünlü yazarların kitaplarına terfi etme vaktiniz gelir. Aileniz/ öğretmeniniz tarafından edebi eserlerle tanıştırılırsınız. (Bu evre çok önemlidir! Hem de tahmin edebileceğinizden de çok!) Benim de ilkokul 2.sınıfın bitimi vesilesiyle yaz tatili döneminde okumayı alışkanlık edinmem için Sevgili Öğretmenimce okumam adına aileme aldır(t)ılan Ömer Seyfettin’in Kaşağı adlı kitabı ilk kitabımdır. Ancak kitap hayatıma öyle bir sirayet etmiştir ki, yıllar boyu tüm kitaplardan kaçmama sebep olmuştur. Bildiğiniz gibi Kaşağı  bir hikaye kitabıdır. Bu kitapta yine Ömer Seyfettin’e ait birkaç tane daha hikaye yer alır. Hikayelerin çoğu o yaştaki bir çocuk için fazla dram içeriklidir. Hele aralarında biri vardır ki akıllara zarar. Adı İLK CINAYET. Okuduğumda kendime gelemediğim, günlerce ağladığım, çok korktuğum, o yaşta henüz sözleri yazılmamış olmasına rağmen “ben yoruldum hayat, gelme üstüme” şarkısının güftesi içinde bir psikolojiye girdiğim ve ta ki 6.sınıfa kadar bir daha elime ders kitabı dışında asla kitap alamadığım o meşhur hikaye… 6. sınıfta da almazdım ya, dönem ödevim Çalıkuşu olunca, okumak zorunda kaldım. O yıllar (1992-1999) televizyon kanallarının Kemalettin Tuğcu’ nun Küçük Besleme, Üvey Baba gibi ağır dozajda acı ve dram içerikli hikaye kitaplarını dizileştirmeleri ile de kitaplarla aramdaki seviyeyi korumaya devam ettim. (Bana göre bütün kitaplar acı veren hikayelerle donatılmışlardı ve onlardan korkuyordum.)

Yoo yoo, bu demek değildir ki; Ömer Seyfettin ve Kemalettin Tuğcu iyi değildir, asla okumayın. Tabiki okuyun ve okutun. Ancak her kitabın okunması gereken belli bir yaşı vardır. Her ne kadar dili ve anlatımının sadeliği ile çocuklar için yazılmış olsalar da, içerik ve olay örgüsü açısından en az 13-14 yaşlarından evvel okunmamalı/ okutulmamalı olduğu kanısındayım. Neden mi? Kendimden biliyorum da ondan.

Son derece çorak geçen ilkokul yıllarımın ardından ortaokulda da Çalıkuşu ve birkaç hikaye kitabı dışında kitap okuduğumu hatırlamıyorum. Ancak en azından fobimi yendim, kitaplarla barıştım diye düşünürken lise başladı.

Lise yıllarında da ağır meslek dersleri ve staj gibi yoğun programım nedeniyle de pek kitap okuduğumu hatırlamıyorum. J (evet bence de kesinlikle büyük (k)ayıp!!!) Ama yooo bu konuda bu defa suçlu ben değilim, ağır müfredat! Allahasen o yaşta bir çocuğa o kadar muhasebe, ekonomi ve hukuk dersi yükler onca sınava tabi tutarsan o çocuk roman okuyacak vakti nasıl bulsun!? Haydı buldu diyelim, kitaplar o yıllarda öyle kolay alınan bir şey değildi ki –keza alınıyorsa da ben bilmiyordum.- Çok pahalıydı. İnternet siteleri falan da yok ki; rekabet olsun, öğrenciye yarasın. Ne? Kütüphaneler mi var. Ayol güldürmeyin beni, ülkemizden bahsediyorum güzel yurdumuzdan, kütüphaneyi kim kaybetmiş ben bulayım. Ayrıca kütüphanelerin de kapıları hep kilitliydi benim okuduğum okullarda, hem kilitli olmadığında da götüren, getirmiyor diye sadece kütüphanede okumana izin verilirdi. Kısacık teneffüslerde ne kadar okuyabileceksen artık…  

Romanlar konusunda 9.sınıfta en yakın mahalle arkadaşımın dönem ödevi için bir gecede 250 sayfalık yabancı bir kitabı (adını ve konusunu şu an hiç hatırlamıyorum) okumuştum (okumuştum derken; bizimki durmuş durmuş tam ödevlerin teslim edileceği günden bir gün önce, üstelik de akşamın dar vakti tabir-i caizse yumurta kapıya sıkışınca yardım dilendi, ödevin sabaha teslim edilmesi lazımmış.) Tüm gece uyumadım. (Sonuçta arkadaş için çiğ tavuk yenir.) Okumadan nasıl özet çıkarayım… Önce 50 sayfa okudum baktım biteceği yok, daha özeti çizgisiz dosya kağıdına dolma kalemle inci gibi yazılacak, kapağı hazırlanacak, süslenecek, püslenecek…vs. O zamanlar (1999) şimdiki gibi bilgisayarmış, internetmiş, internetten kitap özetleriymiş ne gezer… Daha doğrusu rahmetli babacığım ticaret lisesinde okuduğum için bilgisayar almıştı ama ben daha fazla masraf olmasın diye eve internet bağlatmamıştım. Hem bağlatsam ne değişecekti? Bilmiyoruz ki, bu meret (pc) nasıl kullanılır, bozulur diye korkudan basamıyoruz bir tek tuşuna bile, okulda da bilgisayar dersi var, öğretmeni yok, dersler boş geçiyor. Her neyse kitabın özetini, sayfaları atlaya zıplaya orasından burasından aldığım paragraflarla az-biraz değiştirerek çıkardım. 50 vermiş hocası.  Ben 70 falan bekliyordum açıkçası, en azından o inci gibi yazım bunu hak etmişti. Sonuçta o değil ben aldım o puanı. Oysa kendim dışında da her yıl onca kişinin (kardeş, yeğen, arkadaş…vs.) dönem ödevini yapmışımdır ve o ana kadar en düşük aldığım puan 90 olmuştur. O da zaten bu referansıma güvenerekten benden yardım istemişti. Çok üzüldüm gerçekten, hala da üzülürüm, hem o öğretmeninin benim dönem ödevlerindeki istikrarıma verdiği zeval nedeniyle, hem de arkadaşımın karnesine düşen puana. Sınıfta kaldı, sonraki yıl bir daha kaldı ve akabinde tasdikname. Anlayacağınız atıldı. Sahi sadece dönem ödevi yüzünden değil, diğer derslerinin de maşallahı vardı; 2’den yukarı dersi yoktu hanımefendinin.  

Nerede kalmıştık? Hımm okumaya nasıl başla(yama)dığımı, okuduğum kitapları söylüyordum. Koca lise dönemince birkaç tane İpek Ongun kitabı dışında kitap okuduğumu hatırlamam, ne yazık ki... Evet yukarıda da belirttiğim gibi kesinlikle büyük (k)ayıp! Ve o yılların eksikliğini bu yıllarda bile hala çekerim. Nerede, ne zaman, nasıl olduğunu hatırlamıyorum ama liseden sonraki sanırım üniversite yıllarında bir şekilde “düzenli ve istikrarlı” okumaya başladım. Kişisel gelişim kitapları ile başladığımı sanıyorum. Bir dönem favorimdi. Doğan Cüceloğlu’ları, Mümin Sekman’ları, Üstün Dökmen’leri az okumamışımdır hani. Hayaller-Hayatlar olayından ötürü bir süre sonra kişisel gelişim kitaplarını okumak istemiyorsunuz. İçinizdeki cevheri işleyecek iş ortamları yok çünkü. Bu türdeki kitapları gereğinden fazla okuyup da kendinizi üzmenin alemi yok. Bu yazarları elbette ki okuyun, okumanız da şart, ancak iş hayatınızda mutlu olmanın formülü üst üste okumamanızdan geçiyor!

Şöyle bir şey var ki; okul hayatım süresince öyle dizi dizi, seri seri kitaplar okumamış olsam da her zaman sözel, özellikle de Güzel Yazı, Kompozisyon, Edebiyat ve Türkçe derslerinde çok başarılı olmuşumdur. 10.sınıfta şiir de derecem bile olmuştur yani, tabi okul çapında. Dolma kalemim durur hala. J (Ah o dolma kalemler yok mu dolma kalemler…) Edebiyat öğretmenim Çanakkale konulu şiirimi çok beğenmiş ve tebrik ederken “aferin kızım, kitap okuduğun çok belli oluyor, her zaman oku!” demişti. Fakat üzülmesin diye “ben kitap okumuyorum ki Hocam!” diyememiştim. Hele ki bir kompozisyon yazmayayım. Yazdığını okuma kısmında özellikle bana söz verilmezdi. Eeee verilince zaten 40 dakikalık ders süresi yetmiyordu. Kompozisyon sınavlarında, öğretmenlerim herkese 1 kağıt verirken bana 2 kağıt verirlerdi. Durur durur ilham beklerdim son 5 dakikada beklediğim ilham gelirdi ve bit kadar yazı ile 2 sayfayı da doldururdum. Yazma huyum yaradılıştan gelen bir yetenek sanırım, genlerimde var; kardeşlerim de aynı benim gibiler. :) Şaka bir yana düşüncelerimi yazı diliyle anlatabilme özelliğimi 6.sınıfta Güzelyazı Dersi nedeniyle Belirli Gün ve Haftalar hakkında sürekli yazdığım kompozisyonlara, yine aynı dersin başka bir öğretmenince 7.sınıfta günlük tutmanın zorunlu kılınmasına, yine aynı dönemde Atasözleri ve Deyimler kitabı ile kafayı bozmaya ve de merak özelliğimden -dayımdan kalan- Temel Britannica serisini aklıma estikçe okumuş olmama bağlıyorum. Bitkiler, hayvanlar, coğrafya, felsefe…vb. hakkında bugün ne biliyorsam temeli Temel Britannıca’dan gelir ve Meydan Larousse’tan. :)
Bunları niye mi anlattım? Çünkü kitap okumak kimileri için ekmek + su gibiyken, kimileri için ise çok sıkıcı bir eylemdir. Ben şu an ilk kategorideyim ama uzun bir dönem 2.kategorideydim. Kitapları sevmeyenlere ithafendi bu açıklamalarım. Şimdi ben size kitapları sevin, sevmelisiniz, okuyun, okumalısınız desem hiç bir işe yaramaz biliyorum.

Kitap okumak için gerekli 2 koşul var, bunları  sağlarsanız zaten seveceksiniz. Garanti! Birincisi “gelişmeyi istemek”, beynimizin inanın buna çok ama çok ihtiyacı var. Sizinkinin olmadığını düşünüyorsanız, bu durumda sizinkinin herkesten daha fazla ihtiyacı var! İkincisi ise doğru zamanda doğru kitap ile tanışmış olmak.

Yukarıda da uzun uzun anlattığım üzere size en uygun kitabı seçerek işe başlamalısınız. (Eğer zaten iyi bir okuyucuysanız size bir önerim yok, sizin varsa ben alayım :) ) Benim asıl hedef kitlem kitaplardan kaçanlar (hoş yazımı bu satıra kadar okuyabildiyseniz, okuma konusunda sıkıntınız yok demektir. =P ) Aşağıda kategoriler var. Mutlaka en az biri sizin ilgi alanınıza giriyordur. Yapmanız gereken kendinize hitap eden tür ile başlamak. Türlere geçmeden evvel birkaç önerim var: Sizi cezbeden türü seçtiğinizde kendinize hedef koyarak okuma alıştırmaları yapmalısınız. Mesela benim günlük hedefim 100 sayfadır. Bunu yapamazsam 50 sayfadır. Bunu da yapamazsam en azından 20 sayfadır. Bir kitabın sayfa sayısına göre zamanımı programlamaya çalışırım. Bazen hedeflediğimden daha kısa zamanda bitiririm. Bazense tam tersi. Ancak çok geç olmadan ulaşırım hedefime. Evvela Türk yazarlarımızla başlamanız bir başka önerim. Bazen bazı kitapların içine giremezsiniz. Hani doğru zaman ve doğru yerde, doğru kitapla tanışmış olmaktan bahsetmiştim. Hoşlanmadıysanız bırakın, kendinizi zorlamayın, ileride okursunuz.  Çünkü her kitap, herkese, her dönemde hitap etmeyebilir. Yalnız yarım bıraktığınız kitaplarınızın sayısı gittikçe artıyorsa o zaman sorun kitapta, yazarda, konusunda, dilinde, anlatımında değil, üzgünüm ama sizdedir. Bu arada ince (en çok 120 sayfa) kitaplardan başlamanızı öneririm. Çünkü bunları okumak size başarı hissi ve tabiki mutluluk verecektir. Kısa zamanda çok sayıda kitap bitirmiş olmanın mutluluğundan bahsediyorum, hem bir çok yazarın da kaleminin tadını alırsınız böylelikle… J

Benim ve BİRODAKİTAP bloggerları Aslı ve Kübra’nın okuduklarımızdan sizlere öneriler sunacağım. Tabiki hepsine yer vermek namümkün, bir ya da birkaçını ileteceğim. Daha fazlası için blogumuzdaki yorumlarımızı okuyabilirsiniz. Bu bağlamda yapıcı eleştirileriniz ve güzel önerileriniz bizi çok mutlu eder. Bu listede olmazsa olmaz kitapların ve yazarların yanısıra, kendi deneyimlediklerimiz mevcut. Ve şunun özellikle altını çizmek istiyorum ki; bizler Edebiyatçı, öğretmen, psikolog, pedagog…vs. değiliz. Sadece kitap okumayı, Edebiyat’ı ve dilimizi çok seviyoruz. Dilimizi koruyarak dilbilgisi kurallarına azami özen göstererek yorumlarda bulunmaya çabalıyoruz. Yine de hatalarımız olabilir, eleştirilerinizi bizden esirgemeyin. Hz. Mevlana’nın “bir mum başka bir mumu tutuşturmakla ışığından hiçbir şey kaybetmez!” özdeyişine kulak vererek  tecrübelerimizi, görüşlerimizi paylaşmayı hedefliyoruz ve sizinkilerden de yararlanmayı umut ediyoruz. Vee her birimiz gerçek hayatımızda BİRODAKİTAP ile yaşamak ve yaşlanmak istiyoruz… (Amin) :)

KİTAP KATEGORİLERİ
AİLE: Bu türde kitap arayışı içindeyseniz Doğan Cüceloğlu’nun kitaplarını mutlaka okumalısınız.
ANI-MEKTUP-GÜNLÜK: Burçak Çerezcioğlu / Mavi Saçlı Kız ( -22 Yaş) ve Sabahattin Ali/ Canım Aliye, Ruhum Filiz (Her yaş için uygundur.)
ANLATI: Maksim Gorki/ Çocukluğum, Yaşar Kemal/ Çakırcalı Efe.
ANTROPOLOJİ-ETNOLOJİ: Jared Diamond/ Tüfek, Mikrop ve Çelik (Blogdan Aslı’nın yorumunu inceleyiniz.)
ARAŞTIRMA-İNCELEME: Oktay Sinanoğlu/ Bye Bye Türkçe.
AŞK: Sabahttan Ali/ Kürk Mantolu Madonna ve Canan Tan kitapları tercih edilebilir.
ASTROLOJI-FAL-RÜYA: Hiç ilgi alanıma girmiyor, bu nedenle öneride bulunamayacağım.
BILGISAYAR-İNTERNET: Sanırım bu alanda hiç kitap okumadım.
BILIM-KURGU: Adam Fawer/ Olasılıksız, Ray Bradbury/ Fahrenheit 451
BİLİM-TEKNOLOJI-MUHENDİSLİK: Charles Darwin/ Türlerin Kökeni
BİYOGRAFİ: Yine Maksim Gorki/ Çocukluğum’u önerebilirim. Ayşe Kulin / Hüzün.
ÇİZGİ-ROMAN: Fırat  
ÇOCUK: Küçük Prens, Şeker Portakalı, Delifişek, Güneşi Uyandıralım, Çocuk Kalbi.
DENEME-İNCELEME: Michel De Montaigne/ Denemeler, Yılmaz Özdil/ İsim, Şehir, Hayvan.
DİN (İSLAM): Kur’an-ı Kerim (İslamiyet hakkında ilk okuyacağınız kitap Kur’an-ı Kerim olmalıdır.)
DİZÜSTÜ EDEBİYATI: Bu tür hayatımıza yeni yeni girdi. İyi ki de girdi. Ben seviyorum. Bu türde Pucca’nın kitaplarını öneririm. (Bir genç kızın erkeklerle ılgılı bazen gerçek, bazen hayal ürünü hikayelerini okuyorsunuz, okurken yarılıyorsunuz. Tam plaj kitabı.)
DÜNYA KLASIKLERİ: Bu türde Hasan Ali Yücel çevirilerinden okuyunuz. Aksi halde diğer çevirilerden pek anlayamaz ve sevmeyebilirsiniz.
EDEBİYAT: R. Nuri Güntekin/ Çalıkuşu, Khaled Hossini/ Uçurtma Avcısı.
EFSANE-DESTAN: Homeros/ İlyada, Homeros/ Odysseia.
EĞLENCE-MİZAH: Favorim olan tür. J Aziz Nesin/ Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ı mutlaka okuyun.
EKONOMİ-EMEK-İŞ DÜNYASI: Adam Smith/ Milletlerin Zenginliği
ELEŞTİRİ-KURAM: George Orwell/ Hayvan Çiftliği.
FANTASTİK: İhsan Oktay Anar/ Puslu Kıtalar Atlası. Harry Potter Serisi
FELSEFE-DÜŞÜNCE: Franz Kafka/ Dava. Platon/ Devlet.
GENÇLİK: İpek Ongun kitapları. Harry Potter serisi.
GEZİ: Evliya Çelebi/ Seyahatname.
HALK EDEBİYATI: Dede Korkut Hikayeleri, 1001 Gece Masalları.
HİKAYE (ÖYKÜ): Türk yazarlarımızdan sonsuz bir yelpaze var. (Y.Kemal, S.Ali, Ö.Seyfettin…vb.)
HOBİ: Hiç hobi türünde kitap okumadım. :S
HUKUK: Lise ve üniversite ders kitapları dışında bu türde de hiç kitap okuduğumu hatırlamıyorum. Bu nedenle önerim yok.
İLETİŞİM-MEDYA: Halil İnalcık/ Doğu-Batı.
İNSAN ve TOPLUM: Mümin Sekman/ Her Şey Seninle Başlar.
KADIN: Yılmaz Özdil/ Kadın, Şermin Çarkacı/ Başlarım Şimdi Anneliğe.
KADIN-ERKEK: Mark Twain/ Adem’le Havva’nın Güncesi.
KİŞİSEL GELİŞİM: Bu türde önerdiğim yazarların isimlerine yukarıda yer vermiştim. :)
KORKU-GERİLİM: J.C Grange/ Kızıl Nehirler.
MACERA-AKSİYON: Dan Brown/ Cehennem.
MANGA: Şimdi bu türde okudum desem yalan olur.
MASAL: Küçüklere; Kırmızı Başlıklı Kız J Büyüklere; 1001 Gece Masalları.
MİTOLOJİ: Halikarnas Balıkçısı/ Anadolu Tanrıları
MODA: Moda kendine yakışandır. J
MÜZİK: Patrick Suskınd/ Kontrbas.
ÖZLÜ SÖZLER-DUVAR YAZILARI: Akın Alıcı/ Hayata Yön Veren Sözler (Bu kitabımı da verdim birine, hala getirecek)
PARAPSİKOLOJİ-SPİRİTÜALİZM: Laf aramızda adını bile zor yazdım.
POLİSİYE: Dan Bromwn/ Melekler ve Şeytanlar. Sakın filmini izlemeyin! Evvela kitabını okuyun!
PSİKOLOJİ: Knut Hamsun/ Açlık.
ROMAN: Önceliğiniz Türk yazarlar olsun, yelpaze çok geniş. Yaşar Kemal / İnce Memed’i mutlaka okuyun.
SAĞLIK-TIP: Okudum desem yalan olur.
SANAT: Ln. Tolstoy/ Sanat Nedir?
SENARYO-OYUN: W. Shakespeare/ Hamlet.
ŞİİR: Çok severim. Orhan Veli, Cemal Süreyya, Atilla İlhan, Nazım Hikmet, Turgt Uyar, Özdemir Asaf…vb.okuyun.
SİNEMA: Okuduğumda eklerim. :)
SİYASET-POLİTİKA: Mustafa Kemal ATATÜRK/ Nutuk. G.Orwell/ 1984
SOSYOLOJİ: Marlo Morgan/ Bir Çift Yürek.
SÖYLEŞİ-RÖPORTAJ: S.Ali/ Markopaşa Yazıları ve Ötekiler.
SÖZLÜK-ANSİKLOPEDİ: Kapsamlı bir Türkçe sözlüğü bulunsun kitaplığınızda ve tabiki Atasözleri ve Deyimler sözlüğü de!
SPOR: Fenerbahçe tarihi ile ilgili bir kitap okumuştum ama adını anımsayamıyorum.
TARİH: Yelpaze geniş bir tür ama Turgut Özakman / Şu Çılgın Türkler mutlaka okunmalı, okutulmalıdır.
TASAVVUF-MEZHEP-TARİKAT: Mevlana/ Mesnevi
TİYATRO: Şinasi/ Şair Evlenmesi
YEMEK: Oktay Usta, Emine Beder.
YERALTI EDEBİYATI: Chuck Palanhnıuk/ Dövüş Kulübü

Ben size okumanın dışında, yazmayı da çok sevdiğimi söylemiş miydim? J Yazınca insan rahatlıyor, gerçekten. Parmaklarınızdan akıveriyor içinizdekiler… Kuş gibi oluveriyorsunuz. Sizlere de her konuda yazmanızı öneriyorum. Günlük tutabilirsiniz, okuduğunuz kitapların özetlerini, siz de bıraktıkları etkileri, öğrendiklerinizi…vb. kağıda / worde dökünüz. Söz uçar, yazı kalır. Zamanla unutuyor insan yaşadıklarını da okuduklarını da, ileride bu anılarınızı okuyup hatırlar ve mutlu olursunuz.

Oh be! İnstagram ve twitterda olduğu gıbı karakter kısıtlamasına takılmadan şöyle uzun uzuuun yazmanın keyfini özlemişim. :)

Son olarak bir şeye daha değinmek istiyorum; bizler tezcanlı bir milletiz ve okumayı da dinlemek hususunda olduğu gibi eksik yapıyoruz. Uzunmuş ya(!) diyerek onca güzel köşe yazısını, kalınmış ya(!) diyerek onca güzelim kitabı okumaya üşeniyoruz… Oysa bir bilsek neler neler kaçırıyoruz… Okuduysak da anladıklarımız bazen anlatılandan çok  uzak olabiliyor. Bunları millet olarak aşabildiğimiz günleri en içten dileklerimle diliyorum.

Bu arada fark etmişsinizdir bu yazıcı/ katip özelliğimden ötürü yakın çevrem bana yanlış bir meslekte (bankacılık) olduğumu eğitim, gazetecilik, avukatlık, halkla ilişkiler…vb. alanlarında olmam gerektiğini sürekli vurgular ve mutlaka hikaye yazmam, en azından bir blog açmam hususunda hep ısrarda bulunmuşlardır. Zaman zaman sıcak bakmadım değil ama ciddi anlamda bu konuya eğilmedim. Bu blogu açma konusundaki fikir babamız (ya da anamız desem:P ) Sevgili Kübra’dan teklif gelince de tepkim şu yönde oldu: “Aslı’nın ve senin yanında benim adım bile olmaz, mahçup olurum size karşı, ben almayayım...” desem de,  bana gerekli gazı verdi ve beni ikna etti. Allah utandırmasın. :)


Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.


Okumak Harika Bir Eylemdir!
Esra K.K.



Sait Faik Abasıyanık - SEMAVER



"Ali, günlerce evin boş odalarında gezindi. Gece ışık yakmadan oturdu. Geceyi dinledi. Anasını düşündü. Fakat ağlayamadı.  Bir sabah yemek odasında karşı karşıya geldiler.O, yemek masasının muşambası üzerinde sakin ve parlaktı. Güneş, sarı pirinç maddenin üzerinde donakalmıştı.Onu kulplarından tutarak, gözlerinin göremeyeceği bir yere koydu. Kendisi bir sandalyeye çöktü. Bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. Ve o evde o, bir daha kaynamadı. "

Havalar biraz düzelsin şu kara bulutlar bir dağılsın alın çantanızı sırtınıza, bir de yanınıza Sait Faik kitabı vapurda deniz kokusunu içinize çeke çeke, serin rüzgarı ciğerlerinizde hissederek gidin Burgazada'ya. Yanınızda kimse olmasına gerek yok. Oturun deniz kıyısında bir bankta açın kitabınızı Semaver'i okuyun. Ya da sevdiğiniz farklı bir kitabını. Çünkü onu bu şekilde daha güzel hissedeceksiniz. Hoş bu ortamı yaratmasanız da Sait Faik okuduğunuzda sizinde burnunuza iyot ve deniz kokusu kulağınıza martı sesleri gelecek. Sait Faik benim öyküyü sevme nedenim. İlk okulda okuduğum Semaver öyküsünü geçtiğimiz günlerde yeniden okumak istedim. İlk okulda iken hissettiğim o sıcak anlatım bana hem maziyi hatırlamak için bir fırsat verdi, gözlerim doldu hem de ne kadar büyük bir usta olduğunu, kelimelerini şiir gibi kullandığını bir kere daha fark ettim. Sait Faik Abasıyanık hakkında size bilgi veremem ancak hissettirdiklerini kendimce anlatmaya çalıştım. Merak eder ve okursanız ben de mutlu olurum böylece. 

K.Özcan

17 Şubat 2017 Cuma



Her şey 7 Aralık 2016'da  (bugünden çok da uzak olmayan bir tarihte :)) başladı. Kitap kültürüne, okuduklarına ve fikirlerine önem verdiğim 2 arkadaşıma biz neden okuduğumuz kitapları arada denk gelirsek birbirimizle konuşmak yerine hem kendimiz için (bir nevi arşiv), hem de bizim gibi okuyan kişiler için faydalı olabilecek; onlara "ne okusam" düşüncesinde fikir verecek bir site yapmıyoruz diye düşündük. Sonra harekete geçtik ve bu bloğu kurduk. Kitapları ve onlar hakkında konuşmayı çok seviyoruz hatta bazen kendimizle dalga bile geçiyoruz okumalarımız hakkında. Her birimiz kitapları farklı yorumluyoruz. Mesela Aslı; kitapları çok hızlı ve dikkatli okuyabilen hatta benim akademik okuma olarak tabir ettiğim disiplinli bir okuma stiline sahip. Çalışırken işinin arasında bile dikkatle okuyabiliyor. Esra örneğin biraz daha eleştirel okuyabilen biri. Benim gibi çok kitap alır ama vakit darlığından Aslı'ya göre daha az okur. Ama biliyorum ki vakti olduğunda hepimizi katlar okuma konusunda. Ben (Kübra :) ) ise okuma konusunda henüz bir stil oluşturamadım. Yakınımdakiler çok okuduğumu söyler ama ben buna inanmıyorum. Kalın aşk kitaplarından nefret ederim. Bir de saçma sapan gerilim-polisiyelerden. Kitaplar gibi yazarlarla ilgili de önyargılarım fazladır. Belirli bir yemeği hiç yememek gibi Elif Şafak okumayı hiç sevmem mesela, Okudum mu? HAYIR!. Bir yazarın başka bir yazardan esinlenmesinden! nefret ederim. En çok Marquez'i severim. Bizden ise İhsan Oktay Anar, Ayfer Tunç, Nermin Yıldırım ne yazsa okurum diyebileceklerimden. Şimdilik bu kadar okudukça birbirimizi daha iyi tanıyacağımıza eminim :)

Bizi instagramdan takip edebilirsiniz. "birodakitap" adı ile bize ulaşabilirsiniz. 

Kübra Ö. :)

16 Şubat 2017 Perşembe

Huzur Sahnede...




"İkinci dünya savaşının çıkmasına saatler kala Mümtaz, hasta yatağında yatmakta olan kuzeni İhsan’ın ilaçlarını yaptırmak üzere dışarı çıkar. İlaçların hazırlanmasını beklerken girdiği eskici dükkanında geçirdiği son bir senenin olayları, bu olaylara etki eden tüm kişiler, hayatını şekillendiren her şey zihninde yeniden, aynı şiddetle canlanır. Sevdiği kadın Nuran, intiharıyla Nuran’la ilişkilerinin bitmesini fitilini ateşleyen Suat, ailesini kaybettikten sonra kendisini himayesine alan, amcaoğlu İhsan ve eşi Macide, eski musiki, edebiyat, İstanbul… Mümtaz düşle gerçek arasında gidip gelirken aşkı, hayatı ve ölümü yeniden sorgulamaya başlar. Yanı başındaki savaş tehdidi altında, çağının aydını olarak Mümtaz, bir yandan bireysel sıkıntılarıyla toplumsal sorumluluklarının arasında sıkışmıştır huzur, Mümtaz’ın huzuru arama hikayesidir."

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın güçlü eserlerinden biri olan Huzur Devlet Tiyatroları Sahnesinde... Kenan Işık'ın oyunlaştırdığı ve Nurullah Tuncer'in yönettiği oyun Tanpınar romanının görsel bir ifadesi adeta. Tiyatroya gitme konusunda ne kadar artık daha sık gitmeliyim tavsiyesini kendime vermeme rağmen gidemediğim aşikar. Neden mi? Evet bahanelerimi sıralıyorum. Oyunlar hep bana çok uzak olan yerlerde, Bu olmadı değil mi! Bence de... Sinemaya gitmek için her yere gidebiliyorum sonuçta. Tiyatro alışkanlığı aşılanmadığı için ya da bir tiyatrosu olmayan şehirde büyüdüğüm için mi? Olabilir. Bu yılı tiyatro yılı ilan ediyorum kendime ve daha çok oyuna gitmeliyim. Belki Esra bu konuda bana yardımcı olabilir. Çünkü kendisi tam bir tiyatro aşığı. Siz de Esra gibi olmak isterseniz Huzur iyi bir başlangıç. 

Ayrıntılı bilgi için;

http://www.devtiyatro.gov.tr/programlar-sehirler-istanbul-detay-bolum_konu-huzur.html


K. ÖZCAN





Thomas Mann - BÜYÜLÜ DAĞ




‘’ Bazen sağa, bazen sola dönerek, arkalarında başka bir yamacın, düz bir alanın, en arkada da yumuşacık minderlerle kaplı gibi görünen yarları ve geçitleriyle insana çekici ve geçilebilir gelen yüksek bir dağın olduğu kar yüklü yamaçların arasından geçti. Uzakların, yüksekliğin ve bir yalnızlığın başka bir yalnızlığa açılmasının çekiciliğinin Hans Castorp üzerindeki etkisi büyük olduğu için geç kalmak pahasına vahşi sessizliğin ve hiç de iyilik dolu görünmeyen bu dünyanın daha da içlerine doğru kaymayı sürdürdü, gökyüzünün giderek kararmasının, gri bir sis gibi yörenin üzerine çökmesinin verdiği huzursuzluğun gerçek bir korkuya dönüşmek üzere olduğuna aldırmamaya çalışarak. Korku onun, gizlice ya da bilinçli olarak yön duygusunu körelterek, vadinin ve köyün hangi yönde olduğunu unutmak istediğini anlamasına neden oldu- bunu tümüyle başarmıştı da. Dönüp aşağıya doğru kayarsa, Berghof’a biraz uzak düşse de çarçabuk vadiye ulaşabileceğini düşündü-biraz fazla çarçabuk; erken dönmüş ve zamanını dolu dolu kullanmamış olacaktı. Kar fırtınasına yakalanırsa, dönüş yolunu bulmak o kadar da çabuk olmayabilirdi ama bu yüzden acele etmekten kaçındı-öğelere karşı duyulan gerçek korku istediği kadar baskı yapsındı. Tutumu bir sporcununkine hiç benzemiyordu çünkü bir sporcu hiçbir zaman dikkati elden bırakmaz ve öğelere egemen ve onların efendisi olduğunu bildiği sürece onlarla haşır neşir olur ve gerektiğinde akıllıca davranıp onlara boyun eğer. Oysa, Hans Cartorp’un ruhunda olup bitenleri tanımlayacak tek bir sözcük vardı. O da: meydan okumak.’’

Fransız gazeteci ve yazar Alphonse Karr:’’ Herkesin üç kişiliği vardır; Ortaya çıkardığı, sahip olduğu, sahip olduğunu sandığı’’ diyor. Büyülü Dağ, üniversiteyi henüz bitirmiş, daha yolun başında olan toy delikanlı Hans Castorp ’un izinde bir kendini yeniden keşfetme hatta yeniden yaratma öyküsü. Alplerin eteklerinde bir sanatoryum ve ölüme direnen sakinleri. Onlar için sadece yukarısı var. Düzlüktekiler yani diğer insanlar, geride bıraktıkları hayatlar artık çok gerilerde.
Romandaki hemen her karakter için başlı başına sayfalarca yorum yapılabilir. Thomas Mann’ı n yarattığı bu derin karakterler ancak Dostoyevski’nin karakterleriyle kıyaslanabilir. Hans Castorp ‘un gönüllü akıl hocası olan Settembrini, hümanizmin, akılcılığın, aydınlanma çağı düşüncelerinin temsilcisi olarak çıkar karşımıza. Acının sosyolojisi üzerine bir ansiklopedi çıkarma fikrindedir. Onun aydınlanmacı görüşlerinin karşısındaysa bir Cizvit olan Naphta vardır- Naphta herhalde ortaçağda yaşasaydı bir engizisyon mahkemesi yargıcı olurdu- Naphta’nın fikirleri son derece karanlık, ürkütücü olsa da Hans Castorp’u olduğu kadar biz okuyucuları da sarsmayı, allak bullak etmeyi başarıyor. Kulaklarımızı tıkayamıyoruz haykırışlarına. Settembrini ve Naphta arasındaki bu düellolar-hem fikri olanlar hem de kitabın sonlarına doğru yapacakları gerçek, bildiğimiz düello-  Hans Castorp’u da değiştiriyor, dönüştürüyor. Hans Castorp ‘un kuzeni genç teğmen Joachim ise en derin tutkusu olan bir an önce düzlüğe inip kıt ’asına dönmek ile sanatoryumda platonik bir aşkla bağlandığı Marusya’nın yanında kalmak arasında bocalıyor. Hans Castorp ‘un tutkuyla bağlandığı platonik aşkı Madam Chauchat, Hans Castorp ‘un ikinci akıl hocası ve güçlü kişiliği ile hemen herkesi etkisi altına alan Mynheer Peeperkorn, yıllar önce ölen karısının yasını tutan sert, otoriter başhekim Behrens, aşk üzerine sıkıcı konferanslar veren ve ruh çağırma seansları(!) da yöneten Dr.Krokowski, cahil Frau Stöhr ve diğerleri… Tam bir karakterler geçidi.
Sizler bu uzun romanı okumaya başlamadan önce ufak bir uyarı yapayım. Eğer romanların kesin, sert bir noktayla biteceğine inanıyorsanız ve bir kitabı bitirmeden sonunda ne oluyormuş diye sonuna önceden bakmak alışkanlığınız varsa hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Thomas Mann romanın sonunu bir soru işaretiyle bitiriyor. Ya da sizin yorumunuza göre virgülle de olabilir. Noktayı siz koyacaksınız.



A. KOŞBAY

Latife Tekin - SEVGİLİ ARSIZ ÖLÜM




’Atiye ikide bir Dirmit’in başına dikildi. Kulağına eğildi, ’Oku, başını kurtar, kimseden hayır yok bilesin, ’dedi. Zihnini dağıtmaması, kafasını dersine vermesi için ona türlü akıllar verdi. Dirmit’i evin içinde olup biten her şeye kulağını tıkaması için tembihledi. Dirmit,  Seyit’in cam gibi gözlerini tavana dikip inlemesine, Mahmut’un ıslığına, Huvat’ın nağmeli nağmeli bir alçalıp bir yükselen sesine, Nuğber’in işlediği çeyizleri kat kat açıp içini çekmesine, Zekiye’nin kendi kendine konuşup durmasına, Atiye’nin tespih elinde sohurdanmasına kulağını tıkadı. O yıl da okuldan övgülü, mühürlü kâğıtlar getirdi. Bir sınıf daha atlayıp eve geldi.’’

Kır, kent çatışması, göç ve göçten sonra tutunma edebiyatımızda ve sinemamızda sıklıkla işlenmiştir. Edebiyatımızda göç üzerine en özgün anlatılardan biri de hiç kuşkusuz Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölümü.
Latife Tekin, bir nevi bir masalcı teyze. Bu toprakların bin yıllık masal geleneğinden, efsanelerinden beslenerek, Anadolu halk bilgeliğinin parıltılarını yansıtıyor romanına. Yer yer Güney Amerika edebiyatının damgası olan büyülü gerçekçilik akımından da beslendiğini düşünüyorum. Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlığını okuduysanız, Sevgili Arsız Ölüm de benzer bir etki bırakacaktır üzerinizde.
Son derece akıcı bir anlatım var kitapta. Kitap ne zaman başladı ne zaman bitti farkına varmıyorsunuz. Okurken belli belirsiz bir tebessüm hiç eksik olmuyor yüzünüzde. Adında ölüm geçen bir kitabı okurken bu tuhaf görünebilir. Ama evin direği Atiye’nin, kitap boyunca bir yandan ölümle köşe kapmaca oynaması, bir yandan da kalabalık ailesini toparlama, büyük şehirde tutunma çabası hem hüzünlendiriyor hem de gülümsetiyor sizi. 

Ölüm şimdiye kadar pek çok şekilde tanımlanmıştır yazarlar, şairler, filozoflar tarafından. Ama Latife Tekin’e kadar hiç kimse ölüme arsız demeye cüret edememişti. Bu meydan okumaya kitabı okuyarak siz de katılabilirsiniz.


A. KOŞBAY

Semavi Eyice - TARİH BOYUNCA İSTANBUL




‘’Ne kadar âlemi devretse sipihr
Bulmaz İstanbul’a benzer bir şehr
Hüsniyle görmek ile müstesna
Anı ağuşuna çekmiş derya  ‘’

Nabi

Bir şehrin sokaklarında yürürsünüz hızlı hızlı. Aceleniz vardır. Okulunuza, işinize yetişeceksinizdir ya da arkadaşlarınız sizi bir kafede beklemektedir. Sinemanın seansını kaçırırsanız hiç iyi olmaz. Akşam eve dönerken de acele etmeli. Bir markete uğrayıp hemen evde almalı soluğu.
Bu kitabı okuyana kadar doğup büyüdüğüm, yaşadığım şehir İstanbul’u pek de keşfetmemiş olduğumu fark ettim. Keşif hep uzak, bilinmeyen diyarlara yapılır gibi geliyor. Ama bazen en yakınımızda keşfetmediklerimiz.
Tarih Boyunca İstanbul, duayen sanat tarihçisi Prof. Dr. Semavi Eyice ’nin yarım yüzyılı aşan birikimiyle hazırladığı, titiz bir çalışmanın ürünü çok önemli bir kitap. İstanbul’u şehrin kuruluşundan günümüze kadar uzanan süreçte topografyası, tarihi, mimarisi, kültürüyle ele alıyor.
İlkçağda İstanbul bölümünde ilk yerleşim yerlerinden, şehrin kuruluş efsanelerine, Roma dönemi İstanbul’undan, Byzantion dönemi İstanbul’una, bir şehrin tarihi satır satır işleniyor. Surlar, su teşkilatı, cadde, meydan ve anıtlar, saraylar ve evler, kilise ve manastırlar hakkında ayrıntılı bilgiler aktarılıyor. Ayasofya’nın mimari proje ve inşa süreci ile ilgili ilginç bilgiler okuyoruz. Ayasofya’nın neden bütün geçmişi boyunca iki yanlardan destek payandalarıyla ayakta tutulmaya çalışılması gibi.
Türk Dönemi bölümünde fetihten sonra İstanbul’un Türkleşmesi -ki bu en başta mimariyle oluyor-şehrin düzenini değiştiren deprem ve yangınlar ve şehre Türk karakterini veren yapılar ele alınıyor. Neler anlatılmıyor ki.  Kışlalar, baruthaneler, saraylar, külliyeler, Selatin Camileri, vezir camileri, namazgâhlar, kiliseler, havralar, çeşmeler, sebiller, hamamlar, mektepler, askeri okullar, üniversite, kütüphaneler, bedestenler, büyük çarşılar, arastalar, hanlar, Babıali, karakollar, yangın kulesi, gümrük, mesire alanları, kahvehaneler, muvakkithane, tiyatrolar… Kitabın son bölümü ise tamamen Haliç’e ayrılmış. Ne yazık ki pek çok kuşaklar için Haliç uzun süre dayanılmaz kokuların yükseldiği, denizin en kirli bölgesi olarak belleklerde yerini aldı. Bu bölümü okuyunca tarih boyunca Haliç’in önemini kavrıyoruz ve zihnimizde Haliç denince yeni bir pencere açılıyor.
Kitap boyunca hep vurgulanan İstanbul’un talihsizliğini de belirtmeden geçmeyelim. Yüzyıllar geçmiş, çağlar değişmiş ama İstanbul’un kaderi değişmemiş.  Her gelen İstanbul’un tarihini yıkıp da geçmiş. Kitapta anlatılan yapıların pek çoğunun izi şehirden silinmiş. Kendisine reva görülen bu kadar hoyratlığa rağmen İstanbul yine de güzel. Hala güzel.



A.KOŞBAY

12 Şubat 2017 Pazar

Peyami Safa - FATİH-HARBİYE




Şarklı Şinasi…
Garplı Macit…
Şark ile Garp kültürü arasında sıkışmış Neriman…

Bir şehir ki tramvay yoluyla  birbirine bağlı olacak kadar yakın ama kültür ve gelenekleriyle birbirine zıt denilecek kadar uzak iki semte sahip; Fatih, Harbiye.
Doğu kültürünü temsil eden Fatih ve batı yaşayışını temsil eden Harbiye…

1930’lu yılların yeni Türkiye’sinde geçiyor, olay. Batılılaşma hareketinin sosyolojik açıdan oluşturduğu farkları Neriman’ın  psikolojisi üzerinden anlatıyor, Türk Edebiyatının kilometre taşlarından olan yazarımız Peyami Safa.

Derin analizler içeren, yerinde psikolojik tahliller yapan bir roman. Yalnız “Bir musibet, bin nasihatten evladır.” sözünün hakkını teslim etmeyen, çarçabuk biten bir sona sahip. Başımızda kavak yellerinin estiği gençlik (toyluk) dönemlerimizin birincil özelliklerinin başında; başkalarının tecrübelerine göre hayat çizgimizi belirlemekten ziyade, sonunda ne olursa olsun yaşayıp deneyimleyerek sona varmak gayemiz yatar. Oysa Neriman’da bunu görmüyoruz. Belki de yazıldığı dönemde genç kızların şimdiki gibi imkanları olmadığından olsa gerek; yazarın, kitabın sonunu hızla getirdiğini düşündürüyor. Hoş uzun tutulsaydı da fakir kız-zengin oğlan dizileri tadında olurdu ki, bu da kabak tadı verebilirdi. İzlediğimiz zengin-fakir, doğulu-batılı içerikli dizi ve filmlerin çoğunun esinlenme kaynağı Peyami Safa’nın  bu muhteşem eseri olduğu kanısındayım. Tabi şimdiki dizilerde “en belirgin fark” olarak; oyuncuların, senaristlerce “Herkesin hayatına kimse karışamaz!” felsefesiyle hareket ettirilmelerini gösterebilirim.

1930’lardan günümüze kadar neredeyse 1 asır zamanı geride bıraksak da İstanbul’un gerek bu iki semtinde, gerek diğer semtlerinde hala aynı durumu rahatlıkla sezebiliyoruz; doğu ıle batı arasında sıkışmışlığı hep hissediyoruz. Medeniyetler çatışması hemen her mahallede var. Temelinde şarklı bir toplumuz ancak bize hitap etmeyen yanlarıyla da garplı olmaya çabalıyoruz; müzikten yemeğe, giyimden eşyaya, iletişimden eğlenceye…vb. kadar. Oysa bıraksak kendimizi zaten zaman içerisinde bu kendiliğinden olacaktır. 100 yıla yakındır hala bir arpa boyu kadar yol alınamamasının sebebini 2 duruma bağlıyorum: “Toplumsal alanda” “diretme” ve “psikolojik alanda” ise “özenti” duygusu ile hareket edilmesi halleri, zaten bu kendiliğinden oluşacak uyuma ket vurarak daha da geciktiriyor. Şarklı garplıya, garplı da şarklıya ulaşmaya çalışıyor. Sadece kentimizde değil, dünyamızın her yerinde bu böyle aslına bakarsanız; bir İranlının Batı’nın ve medeniyetin kalelerinden İngiltere’de özgürlüğün kollarında yaşama arzusu ne denli güçlü ise bir Amerikalının da tası-tarağı toplayıp Doğunun ve doğallığın kalesi Hindistan’da ruhsal doyuma ulaşma özlemi o denli güçlü. Doğu batısız, batı doğusuz olamaz, olmamalı. Her iki tarafta özünü kaybetmeden, ölçülü seviyede dengelediği oranda paralel seyredecektir, haz aldığı oran!

Son olarak eski kelimelerin bolca kullanıldığı, ancak akıcılığına asla ket vurulmadığı sade, anlaşılır bir kitap olduğunu belirtmeliyim. Henüz okumadıysanız okunacaklar listenizin en başına eklemenizi öneririm..



Okumak Harika Bir Eylemdir!

Esra K.K.

Anton Çehov / KİME ANLATSAM KEDERİMİ





“Dağın birinde bir bilge kişi yaşarmış. Herkes tarafından sayılır sevilirmiş. Gençlerden biri, bilgenin bilgeliğini kabul etmeyip maskesini düşürmek istemiş ve bir plan kurmuş. Küçük bir kuşu avucunun arasına yerleştirmiş ve bilgeye sormuş:

-Söyle bilge, avuçlarımın arasındaki bu kuş ölü mü, diri mi?

Bilge şöyle bir bakmış  ve demiş ki;

-Evlat! Ölü desem avuçlarını açıp kuşu uçuracaksın, diri desem sıkıp öldüreceksin. Ellerinde yaşam ve ölümü birlikte tutuyorsun, gel bu kararı bana verdirme, kendin ver!”


Yukarıda kitabın arka kapağındaki alıntıyı okudunuz. Kime Anlatsam Kederimi, Çehov’un öykü kitabıdır.
İçinde 5 (beş) öykü var;
1.    Mutlu Adam,
2.    Hayaller,
3.    Kitaba adını veren; Kime Anlatsam Kederimi,
4.    Bozkır,
5.    Yağmurdan Kaçarken Doluya Tutuldum.

Bozkır dışında her biri kısa kısa. Bozkır diğer öykülerin arasında öyle uzun kalıyor ki, neden roman olarak yazmadı acaba diye düşünmekten kendinizi alıkoyamıyorsunuz. İlk öykü nükteli. Diğerleri ise bol miktarda dram ihtiva ediyor. Öykülerdeki isimlerin telaffuzu zor. Hoş Rus isimlerinin genel özelliğinde bu var. Rus isimlerinin telaffuzu size de güç geliyor mu?

Kitabın yayınevi Arkhe. Çevirisi Mütercim Ersin Yıldırım tarafından yapılmış. Kötü denilemez, yalnız yazım hataları şaşırtıcı derecede fazla. İlk sayfalarda matbaanın azizliğine uğramış herhalde deyip kendi içinizde tölere ediyorsunuz, ancak ileriki sayfalarda kendini tekrar eden benzer hatalar nedeniyle çevirmenin Rusçayı bilip, Türkçe yazım kurallarını bilmediğini anlıyorsunuz. Sesli harfleri daraltarak kullanmış. Örneğin; bakacağım yerine bakıcağım, geleceğim yerine geliceğim…vb. gibi. Bunu kitabın tamamında görebilirsiniz. Ve birçok hata daha var.

         Günümüz kısa öyküsünün kurucuları arasında sayılan A.Çehov 1860-1904 yılları arasında yaşamış. Bu öykü kitabında kendi yaşamından da izlere rastlamanız mümkün.

Kitaptan bazı sözlere yer vererek siz azıcık ucundan felsefe yapmaya davet ediyorum:

·         Bu zamanda mutlu birini görmek insanın garibine gidiyor. Beyaz bir fil görmek, mutlu birini görmekten daha kolay.

·         Bilgi kimine yarar, kiminin ise sadece kafasını karıştırır.

·         Tahsil ışıktır, cahillik ise karanlıktır.

·         Kendimden de anlıyorum ki artık yok olmuş bir insandan başka bir şey değilim.


Ve yorumumu A. Çehov’un hangi kitaptan olduğunu bilmediğim ama hep rastladığım o ünlü sözü ile sonlandırıyorum: “Sana bir iyi bir de kötü haberim var. İyi haber; henüz ölmedik. Kötü haber; hala yaşıyoruz.”


Okumak Harika Bir Eylemdir!
Esra K.K.


Rıfat Ilgaz - DON KİŞOT İSTANBUL'DA




Yine bir mizah kitabı, yine bir Türkiye gerçeği ve yine yeniden Rıfat Ilgaz...

İspanyol yazar Cervantes’in 16.yy.’de yazdığı ünlü eseri Don Kişot’u bilmeyenimiz yoktur. Don Kişot kendini son şövalye olarak gören çelimsiz yaşlı bir adamdır, aynı zamanda saf ve hayalcidir.

R.Ilgaz’da Cervantes’in Don Kişot’unu İstanbul’da  dolaştırıyor. Gerçekleri onun hayal dünyasından aktarıyor, okuyucuya. Ilgaz’ın ilk öykü kitaplarından biridir.

Ilgaz yine gözlem gücünü, hayata bağlılığını, vatan sevgisini, memleket meselelerini, insanımızı, toplumumuzu, meslekleri, çıkarcılığı, saflığı, geçmişi, geleceği, güzeli, çirkini…vb. kendine özgü kıvrak zekası ve nükteli üslubuyla dile getirmiş. Mizah yaparken yine sadece güldürmekle kalmamış, düşündürmüş de. Son zamanların “yeni nesil Nasreddin Hocası idi” diye tanımlasak Koca Çınar’ı, yazar kayırmış olmayız sanırım. (Aaa, düşündüm de Aziz Nesin’e karşı biraz haksızlık oldu sanki! :S  )

150 sayfa kadar olan kitabımızda 14 mizahı öykü yer alıyor. “Okunmazsa olmaz”  yazarlar arasındadır. Yazarın hemen hemen her kitabını okuma fırsatı bulmuş biri olarak tüm kitaplarını gözüm kapalı tavsiye ederim.



Okumak Harika Bir Eylemdir!

Esra K.K.