‘’ Bazen sağa, bazen sola
dönerek, arkalarında başka bir yamacın, düz bir alanın, en arkada da yumuşacık
minderlerle kaplı gibi görünen yarları ve geçitleriyle insana çekici ve
geçilebilir gelen yüksek bir dağın olduğu kar yüklü yamaçların arasından geçti.
Uzakların, yüksekliğin ve bir yalnızlığın başka bir yalnızlığa açılmasının
çekiciliğinin Hans Castorp üzerindeki etkisi büyük olduğu için geç kalmak
pahasına vahşi sessizliğin ve hiç de iyilik dolu görünmeyen bu dünyanın daha da
içlerine doğru kaymayı sürdürdü, gökyüzünün giderek kararmasının, gri bir sis
gibi yörenin üzerine çökmesinin verdiği huzursuzluğun gerçek bir korkuya
dönüşmek üzere olduğuna aldırmamaya çalışarak. Korku onun, gizlice ya da
bilinçli olarak yön duygusunu körelterek, vadinin ve köyün hangi yönde olduğunu
unutmak istediğini anlamasına neden oldu- bunu tümüyle başarmıştı da. Dönüp
aşağıya doğru kayarsa, Berghof’a biraz uzak düşse de çarçabuk vadiye
ulaşabileceğini düşündü-biraz fazla çarçabuk; erken dönmüş ve zamanını dolu
dolu kullanmamış olacaktı. Kar fırtınasına yakalanırsa, dönüş yolunu bulmak o
kadar da çabuk olmayabilirdi ama bu yüzden acele etmekten kaçındı-öğelere karşı
duyulan gerçek korku istediği kadar baskı yapsındı. Tutumu bir sporcununkine
hiç benzemiyordu çünkü bir sporcu hiçbir zaman dikkati elden bırakmaz ve
öğelere egemen ve onların efendisi olduğunu bildiği sürece onlarla haşır neşir
olur ve gerektiğinde akıllıca davranıp onlara boyun eğer. Oysa, Hans Cartorp’un
ruhunda olup bitenleri tanımlayacak tek bir sözcük vardı. O da: meydan
okumak.’’
Fransız gazeteci ve yazar Alphonse Karr:’’ Herkesin üç
kişiliği vardır; Ortaya çıkardığı, sahip olduğu, sahip olduğunu sandığı’’
diyor. Büyülü Dağ, üniversiteyi henüz bitirmiş, daha yolun başında olan toy
delikanlı Hans Castorp ’un izinde bir kendini yeniden keşfetme hatta yeniden yaratma
öyküsü. Alplerin eteklerinde bir sanatoryum ve ölüme direnen sakinleri. Onlar
için sadece yukarısı var. Düzlüktekiler yani diğer insanlar, geride
bıraktıkları hayatlar artık çok gerilerde.
Romandaki hemen her karakter için başlı başına sayfalarca yorum
yapılabilir. Thomas Mann’ı n yarattığı bu derin karakterler ancak Dostoyevski’nin
karakterleriyle kıyaslanabilir. Hans Castorp ‘un gönüllü akıl hocası olan
Settembrini, hümanizmin, akılcılığın, aydınlanma çağı düşüncelerinin temsilcisi
olarak çıkar karşımıza. Acının sosyolojisi üzerine bir ansiklopedi çıkarma
fikrindedir. Onun aydınlanmacı görüşlerinin karşısındaysa bir Cizvit olan
Naphta vardır- Naphta herhalde ortaçağda yaşasaydı bir engizisyon mahkemesi
yargıcı olurdu- Naphta’nın fikirleri son derece karanlık, ürkütücü olsa da Hans
Castorp’u olduğu kadar biz okuyucuları da sarsmayı, allak bullak etmeyi
başarıyor. Kulaklarımızı tıkayamıyoruz haykırışlarına. Settembrini ve Naphta
arasındaki bu düellolar-hem fikri olanlar hem de kitabın sonlarına doğru yapacakları
gerçek, bildiğimiz düello- Hans
Castorp’u da değiştiriyor, dönüştürüyor. Hans Castorp ‘un kuzeni genç teğmen
Joachim ise en derin tutkusu olan bir an önce düzlüğe inip kıt ’asına dönmek
ile sanatoryumda platonik bir aşkla bağlandığı Marusya’nın yanında kalmak
arasında bocalıyor. Hans Castorp ‘un tutkuyla bağlandığı platonik aşkı Madam Chauchat,
Hans Castorp ‘un ikinci akıl hocası ve güçlü kişiliği ile hemen herkesi etkisi
altına alan Mynheer Peeperkorn, yıllar önce ölen karısının yasını tutan sert,
otoriter başhekim Behrens, aşk üzerine sıkıcı konferanslar veren ve ruh çağırma
seansları(!) da yöneten Dr.Krokowski, cahil Frau Stöhr ve diğerleri… Tam bir
karakterler geçidi.
Sizler bu uzun romanı okumaya başlamadan önce ufak bir uyarı
yapayım. Eğer romanların kesin, sert bir noktayla biteceğine inanıyorsanız ve
bir kitabı bitirmeden sonunda ne oluyormuş diye sonuna önceden bakmak
alışkanlığınız varsa hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Thomas Mann romanın
sonunu bir soru işaretiyle bitiriyor. Ya da sizin yorumunuza göre virgülle de
olabilir. Noktayı siz koyacaksınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder