16 Şubat 2017 Perşembe

Thomas Mann - BÜYÜLÜ DAĞ




‘’ Bazen sağa, bazen sola dönerek, arkalarında başka bir yamacın, düz bir alanın, en arkada da yumuşacık minderlerle kaplı gibi görünen yarları ve geçitleriyle insana çekici ve geçilebilir gelen yüksek bir dağın olduğu kar yüklü yamaçların arasından geçti. Uzakların, yüksekliğin ve bir yalnızlığın başka bir yalnızlığa açılmasının çekiciliğinin Hans Castorp üzerindeki etkisi büyük olduğu için geç kalmak pahasına vahşi sessizliğin ve hiç de iyilik dolu görünmeyen bu dünyanın daha da içlerine doğru kaymayı sürdürdü, gökyüzünün giderek kararmasının, gri bir sis gibi yörenin üzerine çökmesinin verdiği huzursuzluğun gerçek bir korkuya dönüşmek üzere olduğuna aldırmamaya çalışarak. Korku onun, gizlice ya da bilinçli olarak yön duygusunu körelterek, vadinin ve köyün hangi yönde olduğunu unutmak istediğini anlamasına neden oldu- bunu tümüyle başarmıştı da. Dönüp aşağıya doğru kayarsa, Berghof’a biraz uzak düşse de çarçabuk vadiye ulaşabileceğini düşündü-biraz fazla çarçabuk; erken dönmüş ve zamanını dolu dolu kullanmamış olacaktı. Kar fırtınasına yakalanırsa, dönüş yolunu bulmak o kadar da çabuk olmayabilirdi ama bu yüzden acele etmekten kaçındı-öğelere karşı duyulan gerçek korku istediği kadar baskı yapsındı. Tutumu bir sporcununkine hiç benzemiyordu çünkü bir sporcu hiçbir zaman dikkati elden bırakmaz ve öğelere egemen ve onların efendisi olduğunu bildiği sürece onlarla haşır neşir olur ve gerektiğinde akıllıca davranıp onlara boyun eğer. Oysa, Hans Cartorp’un ruhunda olup bitenleri tanımlayacak tek bir sözcük vardı. O da: meydan okumak.’’

Fransız gazeteci ve yazar Alphonse Karr:’’ Herkesin üç kişiliği vardır; Ortaya çıkardığı, sahip olduğu, sahip olduğunu sandığı’’ diyor. Büyülü Dağ, üniversiteyi henüz bitirmiş, daha yolun başında olan toy delikanlı Hans Castorp ’un izinde bir kendini yeniden keşfetme hatta yeniden yaratma öyküsü. Alplerin eteklerinde bir sanatoryum ve ölüme direnen sakinleri. Onlar için sadece yukarısı var. Düzlüktekiler yani diğer insanlar, geride bıraktıkları hayatlar artık çok gerilerde.
Romandaki hemen her karakter için başlı başına sayfalarca yorum yapılabilir. Thomas Mann’ı n yarattığı bu derin karakterler ancak Dostoyevski’nin karakterleriyle kıyaslanabilir. Hans Castorp ‘un gönüllü akıl hocası olan Settembrini, hümanizmin, akılcılığın, aydınlanma çağı düşüncelerinin temsilcisi olarak çıkar karşımıza. Acının sosyolojisi üzerine bir ansiklopedi çıkarma fikrindedir. Onun aydınlanmacı görüşlerinin karşısındaysa bir Cizvit olan Naphta vardır- Naphta herhalde ortaçağda yaşasaydı bir engizisyon mahkemesi yargıcı olurdu- Naphta’nın fikirleri son derece karanlık, ürkütücü olsa da Hans Castorp’u olduğu kadar biz okuyucuları da sarsmayı, allak bullak etmeyi başarıyor. Kulaklarımızı tıkayamıyoruz haykırışlarına. Settembrini ve Naphta arasındaki bu düellolar-hem fikri olanlar hem de kitabın sonlarına doğru yapacakları gerçek, bildiğimiz düello-  Hans Castorp’u da değiştiriyor, dönüştürüyor. Hans Castorp ‘un kuzeni genç teğmen Joachim ise en derin tutkusu olan bir an önce düzlüğe inip kıt ’asına dönmek ile sanatoryumda platonik bir aşkla bağlandığı Marusya’nın yanında kalmak arasında bocalıyor. Hans Castorp ‘un tutkuyla bağlandığı platonik aşkı Madam Chauchat, Hans Castorp ‘un ikinci akıl hocası ve güçlü kişiliği ile hemen herkesi etkisi altına alan Mynheer Peeperkorn, yıllar önce ölen karısının yasını tutan sert, otoriter başhekim Behrens, aşk üzerine sıkıcı konferanslar veren ve ruh çağırma seansları(!) da yöneten Dr.Krokowski, cahil Frau Stöhr ve diğerleri… Tam bir karakterler geçidi.
Sizler bu uzun romanı okumaya başlamadan önce ufak bir uyarı yapayım. Eğer romanların kesin, sert bir noktayla biteceğine inanıyorsanız ve bir kitabı bitirmeden sonunda ne oluyormuş diye sonuna önceden bakmak alışkanlığınız varsa hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Thomas Mann romanın sonunu bir soru işaretiyle bitiriyor. Ya da sizin yorumunuza göre virgülle de olabilir. Noktayı siz koyacaksınız.



A. KOŞBAY

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder