’Gözünüzün önüne bir kare
getirin. Canlı, güzel, eşkenar bir dörtgen. Ve bu karenin size kendisinden söz
ettiğini varsayın. Onun size söylemeyi akıl edeceği en son şey dört açısının
eşit olduğudur. Bu onun için öyle doğal, öyle sıradan bir şeydir ki artık
farkında bile değildir. Benim için de öyle, ben de bu karenin durumundayım.’’
Önce Ütopyalar yazılmaya başlandı. Platon’un Devleti, hiç
okumayanlar için adına bakılarak sadece devlet idaresi, siyaset bilimi ile
ilgili bir kitap zannedilebilir. Gerçekte ise Platon bir toplum tasarımı ortaya
koymakta, kendi ütopyasını yazmaktaydı. Thomas More ise Ütopya ’yı yazarak
türün isim babası ve öncülerinden oldu. Sonra diğerleri geldi. Campanella’nın
Güneş Ülkesi, Bacon’ın Yeni Atlantis’i… Yazarlar, ideal toplum yaratma ülküsü
için kalemlerine sarıldılar.
Yaşam o kadar büyüktür ki, karşıtını kendi içinde taşır. Edebiyat da bundan kaçamaz. Ütopyaların karşısına
da karşı ütopyaların ya da diğer deyişleriyle distopyaların (kara ütopya)
çıkması kaçınılmazdı. Karşı Ütopyacı yazarlar tek tip insan yaratmanın
sanıldığı gibi uygarlığı yukarı taşımayacağı, bu tek tip insan modelinin
insanları insanlıktan çıkarıp bir sürüye dönüştüreceğini sonuçta da aydınlık
çağların değil karanlık çağların geleceğini savundular. Sürü demişken aklıma
Charlie Chaplin’in Modern Times(1936) filminin açılış sahnesi geldi. Önce bir
çayırda otlayan bir koyun sürüsü gösterilir bir süre. Hemen ardından bir
metronun çıkışından ana caddeye akan, işlerine giden, evrak çantalı koyunlar
–pardon- insanlar…
Karşı Ütopyalar, edebiyatın bence çok özel bir bölümünü
oluşturuyorlar. En derin korkularımızı, pusuda bekleyen zalimliği, zalimle
mazlumun tehlikeli dansını, katıksız özgürlük hasretini anlatıyorlar.
Karanlığın içinde aydınlık, aydınlığın içinde karanlık gizli satırlarda.
Okurken sinirleriniz geriliyor ve geleceğe umutla bakmakla gelecekten korkmak
arasında gidip geliyorsunuz. Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sını, George Orwell’in
1984’ünü,Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’ini, William Golding’in Sineklerin
Tanrı’sını ve Anthony Burgess’in Otomatik Portakal’ını okuduğunuzda
iliklerinize kadar ürpermiyor musunuz yoksa?
Bütün bu kara kitapların atası ise hiç kuşkusuz Yevgeni
Zamyatin ’in BİZ’i. Düzenin dişli çarkları arasında sıkışıp kalmış, ismi bile
olmayan, harf ve rakamlardan oluşan kodlara indirgenmiş insanların öyküleri hem
içimizi burkuyor hem de bizi güçlü ve uyanık olmamız için uyarıyor karanlığa
karşı. Diğer kara ütopyalardan farkı ise baskılara rağmen, onları bekleyen
ürkütücü sona rağmen sürüden ayrılmaya cesaret edenlerin varlığı. Çünkü onlar
insanlık onurunu kendi rahatlarının üzerinde tutuyor-rahattan kastım Matrix
’teki gibi sahte, yapay tabii- ve umutlarını her türlü olumsuzluğa rağmen
yitirmiyorlar. Ben değil BİZ diyorlar. Eskilerin bir sözüyle bitirelim: ‘’
Paranı yitirirsen önemli bir şeyi kaybetmiş olursun, şerefini yitirirsen çok
önemli bir şeyi kaybetmiş olursun, umudunu yitirirsen her şeyi kaybetmiş
olursun.’’
A. KOŞBAY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder