2 Şubat 2017 Perşembe

Yevgeni Zamyatin - BİZ



Gözünüzün önüne bir kare getirin. Canlı, güzel, eşkenar bir dörtgen. Ve bu karenin size kendisinden söz ettiğini varsayın. Onun size söylemeyi akıl edeceği en son şey dört açısının eşit olduğudur. Bu onun için öyle doğal, öyle sıradan bir şeydir ki artık farkında bile değildir. Benim için de öyle, ben de bu karenin durumundayım.’’

Önce Ütopyalar yazılmaya başlandı. Platon’un Devleti, hiç okumayanlar için adına bakılarak sadece devlet idaresi, siyaset bilimi ile ilgili bir kitap zannedilebilir. Gerçekte ise Platon bir toplum tasarımı ortaya koymakta, kendi ütopyasını yazmaktaydı. Thomas More ise Ütopya ’yı yazarak türün isim babası ve öncülerinden oldu. Sonra diğerleri geldi. Campanella’nın Güneş Ülkesi, Bacon’ın Yeni Atlantis’i… Yazarlar, ideal toplum yaratma ülküsü için kalemlerine sarıldılar.
Yaşam o kadar büyüktür ki, karşıtını kendi içinde taşır. Edebiyat da bundan kaçamaz. Ütopyaların karşısına da karşı ütopyaların ya da diğer deyişleriyle distopyaların (kara ütopya) çıkması kaçınılmazdı. Karşı Ütopyacı yazarlar tek tip insan yaratmanın sanıldığı gibi uygarlığı yukarı taşımayacağı, bu tek tip insan modelinin insanları insanlıktan çıkarıp bir sürüye dönüştüreceğini sonuçta da aydınlık çağların değil karanlık çağların geleceğini savundular. Sürü demişken aklıma Charlie Chaplin’in Modern Times(1936) filminin açılış sahnesi geldi. Önce bir çayırda otlayan bir koyun sürüsü gösterilir bir süre. Hemen ardından bir metronun çıkışından ana caddeye akan, işlerine giden, evrak çantalı koyunlar –pardon- insanlar…
Karşı Ütopyalar, edebiyatın bence çok özel bir bölümünü oluşturuyorlar. En derin korkularımızı, pusuda bekleyen zalimliği, zalimle mazlumun tehlikeli dansını, katıksız özgürlük hasretini anlatıyorlar. Karanlığın içinde aydınlık, aydınlığın içinde karanlık gizli satırlarda. Okurken sinirleriniz geriliyor ve geleceğe umutla bakmakla gelecekten korkmak arasında gidip geliyorsunuz. Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sını, George Orwell’in 1984’ünü,Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’ini, William Golding’in Sineklerin Tanrı’sını ve Anthony Burgess’in Otomatik Portakal’ını okuduğunuzda iliklerinize kadar ürpermiyor musunuz yoksa?

Bütün bu kara kitapların atası ise hiç kuşkusuz Yevgeni Zamyatin ’in BİZ’i. Düzenin dişli çarkları arasında sıkışıp kalmış, ismi bile olmayan, harf ve rakamlardan oluşan kodlara indirgenmiş insanların öyküleri hem içimizi burkuyor hem de bizi güçlü ve uyanık olmamız için uyarıyor karanlığa karşı. Diğer kara ütopyalardan farkı ise baskılara rağmen, onları bekleyen ürkütücü sona rağmen sürüden ayrılmaya cesaret edenlerin varlığı. Çünkü onlar insanlık onurunu kendi rahatlarının üzerinde tutuyor-rahattan kastım Matrix ’teki gibi sahte, yapay tabii- ve umutlarını her türlü olumsuzluğa rağmen yitirmiyorlar. Ben değil BİZ diyorlar. Eskilerin bir sözüyle bitirelim: ‘’ Paranı yitirirsen önemli bir şeyi kaybetmiş olursun, şerefini yitirirsen çok önemli bir şeyi kaybetmiş olursun, umudunu yitirirsen her şeyi kaybetmiş olursun.’’


A. KOŞBAY

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder